-
Kore Edebiyatıyla Geçen Bir Ay
İlkin Şilan
K-pop’un son birkaç yıldır dünyayı kasıp kavurduğu bilinen bir gerçek. Sevelim veya sevmeyelim hem stilleriyle hem şarkılarıyla hem de hayran kitlesiyle göz ardı edilemeyecek bir yükselişte olan bu müzik türü popülaritesini öyle yakın zamanda kaybedecek gibi görünmüyor. Ancak Kore’den tüm dünyaya hızla yayılan tek şey müziği değil. Son zamanlarda bir kitapçıya girdiyseniz birbirinden farklı Koreli yazarların kitaplarıyla raflarda karşılaşmışsınızdır.
Son bir ayda çok bilinçli bir şekilde kitap alışverişi yapmaktan kaçındığımı itiraf etmem gerek. Hem kitaplığımda duran ve okumadığım hem de yeni aldığım kitapları önüme dizerek bir okuma planı çıkarmaya karar verdim. Kitaplarımı grupladığımda bir şekilde elime geçmiş, Kore edebiyatına ait eserleri fark ettim. Böylece minik bir araştırmaya giriştim.
Bu araştırmanın sonunda ise, elimdeki kitaplardan yola çıkarak, Kore edebiyatına hızlı bir giriş yapmamı sağlayacak güzel bir liste oluşturduğuma inanıyorum. Bir ayımı yalnızca Kore edebiyatı okuyarak geçirme maceram böyle başladı. Bu bir ayda neler okuyup neler hissettiğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Booktuberlar öneriyor: Lanetli Tavşan
Bora Chung, Lanetli Tavşan’da farklı türlerdeki öykülerini bir araya topluyor. Rus, Doğu Avrupa ve Slav edebiyatları üzerine çalışmaları bulunan, aynı zamanda çevirmenlik de yapan Chung’ın yazar olarak çok kültürlü bir edebi dili var. Kitap için yazdığı son söz aslında kitap hakkında çok temel bir noktaya parmak basıyor: Kitabın karakterleri yalnız, üzgün ve tuhaf karakterler olmalarının yanı sıra kasvetli bir dünyada yaşıyorlar. Bazıları insan olmasalar veya aslında yaşamıyor dahi olsalar, hala bir mücadele vermek ve başlarını suyun üzerinde tutmak zorunda hissediyorlar. Bana sorarsanız birçok öykünün temel kırılma noktasını bir ihanet oluşturuyor ve karakterler bu ihanetle mental ve fiziksel bakımdan başa çıkmanın bir yolunu arıyor. Bazıları pasif, bazıları saldırgan, bazıları kabullenici bir tutumla, uğradıkları ihanet sonucunda iyice farkına vardıkları kocaman bir yalnızlıkla savaşıyor.
Kitaptaki her öyküyü aynı seviyede anladığımı söyleyemem. Yara İzleri öyküsünü birden çok kez okuduğum halde tam olarak kavrayabildiğimi düşünmüyorum mesela. Okuduğum her cümleyi anladım, metaforların ne anlattığını biliyorum. Çok güzel bir öykü okuduğumu da anlıyorum ama okurken bir şekilde bu öykünün kilidini kıramadığım hissinden kurtulamadım. Bu da bana kitaptaki her öykünün farklı insanları tam on ikiden vuracak yanları olduğunu hissettirdi. Mesela ben Kafa ve Vuslat öykülerini okurken gerçekten çok etkilendim. Kafa öyküsündeki korkuyu ve yabancılaşmayı, Vuslat öyküsündeki kederi ve kabullenişi iliklerime kadar hissettim, bana çok tanıdık bir histi, sanırım bu öykülerin on ikiden vurması beklenen insan bendim.
Birçok kişinin yorumlarında bu kitabın beklentilerinin altında kaldığını okudum, bunun sebebinin öykülerin genel dünyasının birbirinden çok farklı olması olduğunu düşünüyorum. Eski bir krallıkta geçen bir masaldan bir anda gelecekte, yapay zekanın çok geliştiği bir evrendeki hikâyeye atlayabiliyor yazar. Kitap aynı türde öykülerden oluşmuyor. Bunun ara sıra bir kafa karışıklığına sebep olduğunu kabul etmem gerek.
Gerçekle hayal arasında gezen bir zihin: Bir Katilin Güncesi
Bir Katilin Güncesi, adından da anlaşılacağı üzere gençliğinde bir seri katil olan, ancak yakalanmamayı başaran bir katilin yaşlılığında kaleme aldığı güncesi olarak kurgulanmış. Kitap karakterin cinayetlerindense kendi yaşamına ve katil oluşuna dair düşüncelerine odaklanıyor.
Kitabın tek katili aslında ana karakterimiz değil, mustarip olduğu Alzheimer hastalığı da adeta anılarını öldürmeye başlamış bile. Zihni bu durumdayken evlatlık kızını mahalledeki bir başka seri katilden korumaya çalışması oldukça zor bir göreve dönüşüyor. Aynı zamanda geçmişi karıştıran bir polis memuru da onun için bir tehdit oluşturmaya başlıyor. Yazmak ve sesini kaydetmek ise bu noktada en güçlü silahı haline geliyor.
Ancak zihni bu konuda da oldukça bulanık. Gerçekle hayalin sınırlarını kaybediyor, hatırlayamadığı boşluklarda yaptığı söylenen şeylerle bir türlü bağdaştıramıyor kendini. Okur da aynı şekilde kitap boyunca neyin gerçek neyin katilin zihninin bir oyunu olduğunu tam olarak çözemiyor.
Okur için oldukça fazla bilinmez içeriyor bu öykü. Katil kızını kurtarabilecek mi? Kendisi geçmiş suçlarından paçayı yırtabilecek mi? Kızı ile ilişkisindeki kırılmalar bu “emekli” katili de kırılmaya itecek mi? Ortaya çıkan yeni seri katil kim? Bu sorular hikâyeyi kesinlikle sürükleyici bir hale getiriyor. Anlatıcının zihin bulanıklığı okumayı kolaylaştırmadığı halde benim için hızlı bir okuma deneyimiydi diyebilirim.
Öykünün sonu beklediğim gibi olmadıysa da, beni şok etti diyemem. Kitabın beni tatmin edip etmediği konusunda uzunca düşündüm ama kesin bir sonuca varamadım. Öykünün sonunun bana insan zihninin, özellikle de hasta bir zihnin kendine yapabileceklerini düşündürmesi belki de tüm kitabın en ilgi çekici noktası oldu. Yazarın bu konuda hakkını vermeden edemeyeceğim.
Anneler ve kızları: Kızım Hakkında Her Şey
Şu ana kadar okuduğum 3 kitap arasından en etkilendiğim kitap Kim Hye-Jin’in Kızım Hakkında Her Şey adlı romanı oldu. Hikâye bir bakımevinde hastabakıcılık yapan bir kadının ağzından; lezbiyen kızı Green (anne bunun kızının gerçek ismi olmadığını defalarca belirtiyor ancak gerçek ismini bilmiyoruz), kızının “O” ifadesiyle tanımladığı partneri Rain (Rain ismi anne tarafından asla kullanılmıyor) ve bakıcılık yaptığı yaşlı kadın Jen gibi karakterlere ek olarak yalnızlık, yaşlanma, topluma ayak uydurma gibi kavramlarla ilgili düşüncelerini anlatıyor.
Kim Shin Hyunkyung’un kitabın sonunda yer verilen yorumunda belirttiği gibi, annenin ağzından anlatılan anne-kız dinamikleri edebiyatta işlenmesi gerektiği kadar sık işlenmiyor. Bu kitaptaysa anne olmanın temel kaygılarını çok dürüst bir pencereden izliyoruz. Anne kızının eşcinsel olmasına oldukça karşı ancak bu karşı duruşa sebep olan her şey aslında topluma karşı duyulan korkudan doğuyor. Anne kızının toplumdan göreceği baskıdan, ilerleyen yaşlarında bir çocuk sahibi olmayacağı için, baktığı yaşlı Jen gibi ölmesinden, “erkek ve kadının birbirine vereceği zevkten” dahi mahrum kalmasından korkuyor. Sürekli belirttiği üzere anne ideal bir toplumda yaşamadıklarının farkında ancak kızında bu farkındalığın olmadığını düşünmesi kızı için büyük bir endişe duymasının ana nedeni. Ancak biraz da kızının etkisiyle, kitabın sonuna doğru korkunun ecele faydası olmadığını anlıyor.
Ayrıca çok büyük bir mite de aslında meydan okuyor bu anlatı, annelerin çocuklarını her koşulda sonsuz bir sevgiyle seveceği mitine. Anne karakteri evladını tabii ki seviyor ancak kızının olduğu kişiden, kişiliğinden, hayattaki duruşundan hiç hoşlanmıyor. Hikâyenin tamamında annenin kendi kızı Green’dense, kızının partneri Rain’e daha benzer olduğunu okuyoruz. “O” yani Rain anneye bakıyor, anlayış gösteriyor, ihtiyaçlarına karşılık veriyor. Rain’in bir işi var ve çalışıyor, kirayı ödüyor. Yine de annenin Rain’e karşı duyduğu tiksinti uzun bir süre biraz olsun azalmıyor. Rain’i ne olursa olsun evden yaka paça atma hayalinden bahsediyor. Eğer Rain anne karakterinin kızı olsa ve Green, Rain’in partneri olarak eve gelse eminim ki anne, eve gelen bu dediğim dedik, kavgacı, inatçı, işsiz çoktan Green’i kapı dışarı etmiş olurdu. Annenin Green’e kendi kızı olmadığı bir senaryoda katlanabileceğini hayal edemiyorum.
Hikâyenin başında dinlediğimiz kadın mucizevi bir şekilde kızını kabullenip hayatıyla barışmıyor, çok yavaş ama önemli küçük değişimler geçirerek kitabın başında olduğu kişiden yavaşça uzaklaşıyor. Annenin Rain ile sarılarak ağladığı bir son çok zorlama olurdu ve gerçekçi hissettirmezdi. Anne eğer bir gün iç huzura ve kızının seçimlerine yönelik bir kabullenişe ulaşacaksa önünde daha uzun yol olduğunu biliyor, bunu okur da hissediyor. O sona ulaşır mı, ömrü yeter mi orasını ne yazık ki bilemiyorum.
Klostrofobik bir hikâye: Çukur
Bir seri katilin anılarını okuduğumuz ve beyninin içine seyahat ettiğimiz kitabın listenin en korkutucu kitabı olmasını beklerdim. Ancak bu listede okuduğum en rahatsız edici kitap kesinlikle Çukur’du.
Çukur, bir araba kazası sonrası eşini kaybeden ve kendisi de felç kalan bir adamın gözlerinden kaza sonrası hayatını anlatıyor. Sadece hareket etme yetisini değil konuşma, iletişim kurma yetisini de kaybeden adam yattığı yerden evliliğini, gençliğini, çocukluğunu düşünüyor. Hayatta kalan tek yakını, ölen eşinin annesi olduğundan tamamen onun kararlarına bağlı olarak yaşıyor. Ölen eşinin annesi hem okur için hem de anlatıcı için tam bir gizem. Kayınvalide damadına olan ilgisinde samimi mi yoksa yapmacık mı başta arada kalsak da kitap ilerledikçe kayınvalide daha da karanlık bir havaya bürünüyor. Bahçeye kazmaya başladığı kocaman çukur da okuru iyi şeylerin beklemediğinin sinyalini veriyor.
Bu kitabın klostrofobik bir eser olduğundan bahsederken abartmıyorlarmış. Kitabı okumakta oldukça zorlandım, zaman zaman derin nefes almam gerektiğini hissettim. Kişinin kendi bedeninde hapsolması hissinin yanı sıra ana karakterimiz Ogi, kayınvalidesinin zamanla onu sosyal olarak izole etmesinden ve odasının camlarından dışarıyı görmesini bile engellediğinden olsa gerek, tek bir odanın içinde de sıkışmış durumda. Kendi düşüncelerinden başka dayanacak hiçbir şeyi kalmayan karakterimiz zihninin içinde de oldukça karanlık bir yere çekilmekten kendini alamıyor. Ogi’nin pek de sevilecek bir karakter olmaması bile okuru rahatlatmıyor, okurken duyulan üzüntüyü azaltmıyor.
Yazara karşı yapılan eleştirilerden en sık karşıma çıkanı, yan karakterlerin olay örgüsü boyunca kısıtlı gelişimi ve anlatımıyla ilgiliydi. Ben şahsen buna katılmıyorum. Ogi’nin, yani ana karakterimizin ağzından dinlediğimiz bu hikâyede okur Ogi’nin benmerkezci kişiliği ve diğer insanlara karşı tutumuyla erkenden tanışıyor. Ogi’nin anlatım tarzında diğer insanların kısıtlı varoluşu, onlarla adeta kendisiyle olan ilişikisinden bağımsız bir bağlamda ilgilenmemesi bana oldukça normal geldi. Ogi’nin anlatımı sebebiyle bu insanların karikatürize edilmiş karakterlere dönüşmesi bana tam Ogi gibi bir insanın düşünce akışında yer bulabilecek türde anlatımlar gibi geldi.
İşte bu birbirinden farklı ancak bir o kadar etkileyici dört kitapla Kore Edebiyatı’na sağlam bir giriş yaptığımı hissediyorum. İşin başında, bu kadar zengin bir edebiyata ve bu kadar yaratıcı kurgulara adım attığımın farkında değildim. İlk kez Latin Amerika edebiyatında tanıştığım ve oldukça hoşuma giden, kurguya ustaca yedirilmiş gerçeküstü imgelerin Kore edebiyatına da nüfuz etmiş olması beni çok sevindirdi.
Kore edebiyatı üzerine derinlikli bir tartışma açabilmem için oldukça erken olduğunun farkındayım. Ancak şimdilik söyleyebilirim ki Koreli yazarlara gelecekte kitaplığımda oldukça geniş bir yer ayıracağım gibi gözüküyor.
Okuduğum her kitap beni bir sonraki için heyecanlandırdığından, bu yazıyı, Kore edebiyatıyla geçen bu bir aya sığdıramadığım ama okumayı planladığım kitaplarla ilgili duygularımı paylaşarak sonlandırmak istiyorum:
Sokço’da Kış
Elisa Shua DusapinSokço’da Kış’ın tanıtım yazısı “Güney ve Kuzey Kore arasındaki sınırda yer alan, kışın pek de bir cazibesi olmayan, soğuğun her şeyi yavaşlattığı liman kenti Sokço’ya Normandiyalı bir yabancı ayak basar.” cümlesiyle başlıyor. “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” sözünün hakkını vererek beni heyecanlandıran bu eser Fransız-Koreli yazarın ilk kitabı olmasına rağmen adında çokça söz ettirdi. Benim de okuma listeme girmiş oldu.
Vejetaryen
Han KangKore edebiyatına dair açtığınız herhangi bir listede bahsi geçen üç kitaptan biri Vejetaryen olacaktır. Ben konusunun bana ağır geleceğini hissederek, bu kitabı hemen okumamaya karar verdim. Ancak okuyan herkesin oldukça etkilendiği aşikar. Bir gün aniden et yemeyi bırakan bir ev hanımının evliliğinin, aile dinamiklerinin, cinselliğinin, kısacası tüm hayatının yavaş yavaş değişmeye başlamasını anlatan bu kitabı hazır hissettiğimde kesinlikle okuyacağım.
Tanıdık Şeyler
Hwang Sok-yong“Tanıdık Şeyler, eşyaya meftun kentlilerin kullanıp attıklarından kendilerine yeni bir dünya kuranların olağanüstü hikâyesi.” cümlesini okuduktan sonra bu kitabı listeme almamam açıkçası mümkün değildi. Kore edebiyatının güçlü kalemlerinden olarak görülen Hwang Sok-yong da, bu listedeki tüm yazarlar gibi, ilk kez okuyacağım bir yazar olacak.
-
Dil ile dünyayı kucaklamak: Babil Kulesi Kitabı
Şule Tüzül
Mahir Ünsal Eriş’in ilk kurgudışı kitabı Babil Kulesi Kitabı’nın ilgi çekeceğini tahmin ediyordum ama bu kadar çok ilgi çekeceğini tahmin etmiyordum açıkçası. Mahir Ünsal Eriş ne yazsa okurum diyen önemli bir okur kitlesi var, ben de onlardan biriyim, yine de herkesin dil konusunda yazılmış bir kitaba bu kadar yoğun ilgi göstermesi şaşırtıcı ve sevindirici. Eriş, çok özel yazarlarımızdan biri. Çok üretken bir yazar. Bugüne kadar roman ve öyküleriyle, birçok gazete ve dergide yer alan edebi yazılarıyla tanıdık onu. Bu şahane kitapları ve yazıları nedeniyle bir dil ustası olduğunu söylüyorduk birbirimize okurları olarak. Töre Sivrioğlu ile yaptıkları Geri Dönüyoruz isimli podcast programını takip edenler, birçok dil bildiğini ve dil konusunda önemli bir birikime sahip olduğunu da bu sayede öğrenmişti. Ama Babil Kulesi Kitabı’yla gördük ki dil ustalığı bizim tahminimizin çok ötesindeymiş…
Kitabı şimdi uzun uzun anlatacağım ama son söyleyeceğimi hemen söyleyeyim: Babil Kulesi Kitabı şahane bir kitap. Dile ilgisi olmayanların bile keyifle okuyacağı bir kitap, ki kitabı okuyunca görüyoruz; dile ilgi duymamak mümkün değil, hatta bir eksiklik diyebiliriz. Eriş, dil ustalığını Babil Kulesi Kitabı’nın anlatımında da gösteriyor; kitabın son derece mütevazı, içten, her okuru kendine çekebilecek sadelikte bir dili var. Aynı zamanda mizahı elden bırakmayan bir anlatım, sizi sık sık gülümsetiyor. Eriş bilgi aktarımı yapmıyor, okurla tatlı tatlı sohbet ediyor. Okurun sıkılması, anlatılanların içine girememesi konusunda öyle hassas ki, ara sıra satır aralarında “burası biraz sıkıcı ama dayanın güzel tarafları da var” gibi cümleler sarf etse de, kitabın hiçbir yerinde sıkılmadım. Sıkılanı da duymadım. Hatta önsözde lafı fazla uzatmayayım diyor ama keşke uzatsaymış, öyle güzel bir önsöz yazmış ki. Önsözde, kitabın arka kapağında da yer alan, şöyle bir dil tanımı var mesela:
“Dil çok büyülü bir şeydir. İnsan, öğrendiği, kapısını araladığı her dille başka bir insan olur. Çünkü dil öğrenmek yalnızca zihni kelimeler ve gramer kurallarıyla doldurmaktan ibaret değildir. O insan topluluklarının içine bakmaktır; en içine bakmak. Çünkü dilden hiçbir şey saklanamaz. Bir toplumun belleğinde yer eden her şey dilde iz bırakır. Örneğin ‘bağzı şeyler’ dediğimde hepimiz ortak bir anıyı hatırlarız. Çünkü o anı, dilde iz bırakmıştır.”
Önsözün başka bir cümlesi ise şöyle: “Başka bir dil, başka bir düşünme biçimini getirir.” Kitabın adının hikâyesi de yine önsözde yer alıyor:
“Kitab-ı Mukaddes’te insanların kibre kapılıp Tanrı’nın katına erişmek için yüksekçe bir kule inşa etmeye başladığı, Tanrı’nın ise onları cezalandırmak için o zamana kadar dilleri bir olan bu insanları dünyanın dört bir yanına dağıtarak dillerini karıştırdığı anlatılır. Kendi dil öğrenme, dillerin peşinden gitme maceramı, Tanrı’nın dillerini karıştırıp dünyaya saçtığı bu insanların hepsiyle tanışmaya çalışmak olarak gördüm hep. Bu kitabı hazırlarken de bunu gözettim. Bu nedenle ona bu adı yakıştırdım.”
Kitap on bir bölümden oluşuyor. “Biraz Dilden Konuşalım” başlıklı ilk bölümle dalıyoruz sözcüklerin dünyasına. Birçok sözcüğün binlerce yıl içinde, mitoslarla, tarihle, yaşananlarla dönüşerek günümüze gelişi heyecan verici. Öyle ki, bugün, köşeleri olmadığı halde köşeli çizdiğimiz yıldız imgesi, 5000 yıl önce Sümerlerin, sonradan Afrodit ve Venüs olarak günümüze gelen tanrısı İnanna’nın simgesiymiş. Tüm dünyada, 5000 yıl önce birilerinin belirlediği bir simgeyi kullanıyoruz, müthiş değil mi? Bugün kullandığımız astroloji, astronomi, astrofizik, astronot sözcükleri de Tanrı İnanna’dan geliyor. İnanna’nın diğer adı Aştarte, Yunancada aster oluyor çünkü.
Kitabın o kadar çok cümlesinin altını çizdim ki. Bunların bir kısmını paylaşmak istiyorum.
Sibel ismi, Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’den geliyormuş. Fransızca yorumu olan Cybele sözcüğünü Türkçeye almış ve okunuşuyla Sibel olarak benimsemişiz.
“Hindi”, Hindistanlı demekmiş. Eriş, “hindi” sözcüğünün kökenini anlattığı bölümde diyor ki; “İngilizcede Türkiye’ye hindi dendiği için bozuluyor olabilirsiniz ama siz de ona Hindistanlı diyorsunuz. Anlaşılan herkesin başına bela olmuş bir kuş bu.”
Birçok kişi biliyor olabilir ama biz yine de burada tekrar edelim: Türkçedeki geometri terimlerinin birçoğu, Atatürk’ün sağlığının en bozuk olduğu zamanlara denk gelen, 1936 ve 1937’de yazdığı Geometri isimli kitaptan geliyor. Bunlardan bazıları şöyle: açı, açıortay, alan, boyut, bölü, çarpı, çokgen, dikey, dörtgen, dikdörtgen, düzey, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, ikizkenar, kesit, konum, oran, orantı, taban, toplam, türev, uzay, üçgen, yatay, yüzey.
Bir türlü kurtulamadığımız, olur olmaz yerde karşımıza çıkıp sinirimizi zıplatan “Bayan” ise uydurma bir sözcükmüş. Eriş, ne güzel demiş: “Tarihte yer alan ‘bayan’ sözcüğü ise erkekler için kullanılıyordu. Bugün ‘bayan’ sözcüğünün ‘kadın’ kimliğini yok sayarak, kaçak güreşmek için, kadını yardıma ve muhafazaya muhtaç bir aciz olarak tarif etmek için kullanıldığı, ‘kadın’ dememek için tercih edildiği malum.” Ah tüm ülkede panolara assak şu gerçeği.
Tü kaka haline dönüştürdüğümüz birçok hayvan türünden biri domuz. Tüm hayvanları, dolayısıyla domuzları da çok severim. Onları maruz bıraktığımız muameleye pek üzülürüm. Kitaptan öğreniyorum ki, İslamiyet öncesi Türklerde domuz pek öyle hor görülen, dışlanan, lanetlenen bir hayvan değilmiş. Hatta on iki hayvanlı Türk takviminin on ikinci ayının adı Domuz Ayı’ymış. Ah nerede o eski Türkler…
“Türkçeyi ne kadar tanıyoruz? Onu yalnızca içgüdüsel bir rahatlıkla mı konuşup anlıyoruz yoksa gerçekten sırrına ve çalışma prensiplerine hâkim olarak mı tanıyoruz? Elbette birincisi. Çünkü dilimizi öğrenmiyoruz, ediniyoruz,” diyen Eriş, “Biraz da Türkçeden Konuşalım” başlıklı bölümde neredeyse Türkçeyi yeniden sevdiriyor, dilimizle gurur duymamızı sağlıyor. Kitabı çok sevmemin nedenlerinden biri de Türkçeye olan tutkumu ve inancımı tazelemesi. Kendimi bildim bileli Türkçenin yeterince zengin bir dil olmadığı, kolayca bozulacağı, yok olacağı gibi bir sürü ithamla karşılaştım. Eriş, tüm söylentileri hurafeye çeviriyor. Dilin organik bir yapı olduğunu, toplumlar tarafından değiştirilip dönüştürüldüğünü söyleyen Eriş, kitabın son bölümünde ayrıca, Balkanlardan Levant bölgesine, Mezopotamya’dan Kuzey Afrika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türkçenin söz varlığına rastlamak mümkündür, diyor.
Kitabın her bölümü eğlence içeriyor ama en eğlenceli bölüm “Ayıp şeyler” başlıklı bölüm. 1930’ların Türkiye’sinde ortaya çıkan ve hatta özendirilen eğitimli, mesleki becerisiyle çalışma hayatında boy gösteren kadın figürü için “hayat kadını” denirmiş. Neredeyse 50’lerin sonuna kadar çalışan kadınlar için “hayat kadını” denmiş. Zaman içinde bu ifade marjinalleşmiş. Bu durumun arka planında, toplumun büyük bölümünün çalışma hayatındaki kadının varlığından duyduğu huzursuzluğu bilinç düzeyine çıkaran bir niyet saklıydı elbette, diye belirtiyor Eriş. Bugün bu huzursuzluğun azalmak yerine arttığını görmek çok daha huzursuz edici tabii…
“Ayıp şeyler” başlıklı bölümde, birçok dil gibi Türkçenin de eril bir dil olduğunun altını çizen bir örnekle karşılaşıyoruz. “Seks yapmak” fiilinin İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca karşılıkları etken-edilgenlik ayrımı gözetmeksizin tüm taraflar için kullanılırken Türkçedeki eril bir fiil. Bu kökten, karşılıklılık esası gözeterek türetilmiş işteş fiil bile bu eril yapıya dayanıyor. Boşuna demiyoruz küfrederken dikkat edin, ayrımcılık yapıyorsunuz diye!
Kitabın kapak tasarımı için Alper Zeki’ye, sayfa tasarımı için Mert Tamer’e tebrikler. Mert Tamer, oldukça zor bir işin üstesinden gelmiş. Birçok sayfada 5000 yıllık bir tarihe ait dil sembollerini içeren bölümler yer alıyor. Bu kadar farklı harfi, karakteri, harf yerine geçen şekilleri bu kadar iyi biçimde yerleştirmek hiç kolay olmasa gerek.
Kitabı bitirdiğimizde tadı damağımızda kalıyor. Mahir Ünsal Eriş, bu kitap üzerine kendisiyle yapılan söyleşilerde, devamının geleceğine dair müjdeyi veriyor. Heyecanla bekliyoruz…
Okumalı mısınız?
Yukarıda yazdıklarım zaten size diyor ki bu kitabı kesinlikle herkes okumalı. Ama bir kez daha altını çizmek isterim. Mahir Ünsal Eriş’in dediği gibi Türkçeyi öğrenmiyoruz, ediniyoruz. Ne kadar zengin ve ne kadar büyülü bir dil konuştuğumuzu anlamak, nasıl ki öğrendiğimiz her dil ile başka insanların kültürlerine, düşünce biçimlerine yaklaşıyorsak yaşadığımız coğrafyanın insanlarıyla benzer şekilde yakınlaşabilmek için konuştuğumuz dile dair ne öğrenirsek çok kıymetli. Tanrı’nın, dillerini karıştırıp dünyaya saçtığı bu insanların hepsiyle tanışmaya çalışan Eriş gibi, Türkçe ya da öğrendiğimiz her dil ile dünyayı kucaklamanın ilk adımı olabilir Babil Kulesi Kitabı…
-
Altı Üstü Kitap Kulübü toplanıyor!
Yaptığımız son Altı Üstü Kitap Kulübü yayınının üzerinden aylar geçmiş, ayırdında değildik! Bir anda fark ettik ki kitap kulüplerimizi özlemişiz.
Bu yüzden, karşınızda yeniden Altı Üstü Kitap Kulübü!
Bir sonraki yayınımızı 25 Ekim 2023’te, saat 21.00’de, alışkın olduğumuz üzere Instagram üzerinden canlı yayın biçiminde gerçekleştireceğiz.
Ekibimizin bazı üyelerinin (Can diye okuyabilirsiniz) aşk romanları konusundaki eksikliğini giderme isteği üzerine, Emily Henry’nin çok ses getiren kitabı “Kitap Kurtları”nı okuyup tartışacağız.
Yorumlar üzerinden sizin de görüş, eleştiri ve katkılarınıza kulak vereceğiz, böylece hep birlikte sohbet etme olanağımız olacak.
25 Ekim’de görüşmek üzere!
-
10 Güne 10 Kitap: Temmuz ’23
Can Güçlü
22 Temmuz 2023 ve 31 Temmuz 2023 arasında, her gün bir kitaba başlayıp bitirerek toplamda 10 kitap okudum. Okuduklarım üzerine bazen birkaç tümcelik, bazen 1-2 paragraflık görüşler belirttim. Okuduğumuz her şeyi Altı Üstü Kitap’ta duyurmuyoruz, okuduğumuz her kitapla ilgili görüş de bildirmiyoruz. Ama bu etkinliği birkaç gün öncesinden duyurdum ve 10 Güne 10 Kitap adıyla, dileyenlerin katılabileceği bir etkinliğe dönüştürdüm.
Her gün bir kitap okumak yabancısı olduğum bir deneyim değildi. Benzer bir şeyi, çok daha kapsamlı olarak 2021 yılının haziran ayında yapmıştım. Altı Üstü Kitap bir internet platformu olarak henüz tasarlanma aşamasında olduğu için bunu bir kişisel proje olarak yaşama geçirmiştim.
30 Güne 30 Kitap’ı duyururken de belirtmiştim, her gün bir kitap okumaya yönelik girişimler benim buluşum değil. Hatta bunu 365 günde 365 kitap okuyarak gerçekleştirenler de var. Ancak bunun için nasıl bir yaşam düzeni tutturmak gerekiyor, böyle bir girişim nasıl kitaplar okuyarak gerçeğe dönüştürülebilir gerçekten emin değilim, çünkü 30 günde 30 kitap okumak bile başlı başına yorucu bir deneyimdi.
30 Güne 30 Kitap’ın bana öğrettiği temel şey, okuma sürelerinin, okuma temposunun yaşamın doğal akışı içinde değişebileceği ve değişmek durumunda olduğuydu. Bazı kitaplar ince gözükmesine karşın 1-2 oturuşta bitirmeye uygun değildi. Bazı kitaplarıysa büyük bir iştahla okuyup bitirdim, ancak onlardan bana pek az şey kaldı. Özellikle son günlerde, kitapların kitaplarla, günlerin günlerle karışmaya başladığını duyumsadım.
Bir ay boyunca her gün bir kitap okumak eğlenceli ve dönüştürücü bir deneyimdi, ama bitirdiğimde şunu düşündüm: Kendimi her kitabı böyle kısa bir sürede okuyup bitirmeye itmek, okumanın doğasına aykırı.
Yalnızca bilgi almak için, yalnızca yazınsal bir doyum elde etmek için, yalnızca bir metni baştan sona tarayıp tamamlamış olmak için okumuyoruz. Böyle okuduklarımız da var kuşkusuz, ama iyi bir okuma deneyimi, pek çok kez; yaşamlarımızın bir dönemiyle, bir arayışıyla, bir duygusal boyutuyla iyi etkileşim kurduğu zaman, bize yeni ufuklar açıp insan ve kişi olarak deneyimimizi bir metne bir süre bakmanın yalın anlamlarının ötesine taşıyabildiği zaman, bizi yeni yerlere, yeni zamanlara, yeni deneyimlere ve yaşamı algılayışımızın yeni yollarına taşıdığı zaman iyi okuma deneyimi oluyor.
Bu kurgu için de, kurgudışı için de geçerli. Doğası gereği çok boyutlu olan okuma eylemini bir zamanlama macerasına, bir tür meydan okumaya dönüştürmek her zaman iyi bir fikir değil.
Buna karşın, 30 Güne 30 Kitap’tan hoşnutsuz değildim. Ezici çoğunluğu 250 sayfa ve altında olmak üzere 17 kurgudışı yapıt, 13 yazınsal yapıt okumuştum. Belki hiç dokunmayacağım çok sayıda kitabı böylece okumuş oldum, okuduklarım üzerinde pek fazla derinleşemesem de yeni şeyler keşfetme olanağım oldu. Belki benzer bir şeyi daha dengeli yapmak olanağı olabilirdi.
Böylece, yine 2021 yılında, kasım ayı içinde bu kez de 10 Güne 10 Kitap adıyla yaptım benzer bir etkinliği. Altı Üstü Kitap yayın yaşamına başlamaya hazırlanıyordu ama henüz açılmayacaktı, o yüzden bu kez de kişisel bir proje olacaktı bu.
1 Kasım 2021 ve 10 Kasım 2021 arasında, bu kez belirli bir sayfa sınırı olmadan, her gün birer kitap okudum. Yüksek lisans tezim için kaynak taramasının görece son aşamalarına geldiğimi düşünüyordum, dolayısıyla tarihsel kurgudışı kitaplar listede daha çok yer tuttu. Kimi 1920’lerden bir belge niteliğinde, kimi 2000’lerden nitelikli araştırmalar olmak üzere 9 kurgudışı kitaba karşılık 1 roman okudum. Bu deneyim beni haziran ayındaki girişimim ölçüsünde yormadı ve yıpratmadı, yinelenebilecek bir süreç olarak belleğimin bir köşesinde kaldı.
Araya çalkantılı, okuma performansımdan hoşnut olmadığım bir yıl girdi. 2023’ün ilk yarısı da, okumak için okuma olanağından geniş anlamda yoksun olduğum, yaşamımda pek çok şeyi dengelemek durumunda kaldığım bir süreç oldu.
Temmuz 2023’e geldiğimizde kitap okumayı özlemiştim. Yüksek lisans tezimi yazıp tamamlamış, kişisel işlerimi bir ölçüde yoluna koymuştum. ‘Yahu şu ilginç bir şeymiş, okuyayım’ diye elime alıp okuduğum kitap yok denecek denli azdı. Bu nedenle birbiriyle ilgisiz görünen, benim çalışma alanlarımın da dışına çıkabilecek, değişik şeyler okumak istiyordum. Türk yazınından uzak kalmıştım, suç yazınından uzak kalmıştım. Topraklanmak, tempoyu biraz yakalamak, kendime gelmekti dileğim.
Bu nedenle, bu kez bir Altı Üstü Kitap etkinliği olarak, 10 Güne 10 Kitap’ı duyurduk.
Öncekilerden farklı olarak, bu artık kişisel bir serüven değildi. Belirli saatlerde yeni günün kitabını duyurmam, belirli saatlerde de kısa bir inceleme paylaşmam gerekiyordu. Elbette geç kaldığım, incelemeyi gecenin üçünde paylaştığım günler oldu. Altı Üstü Kitap’ın incelikli takipçileri de bunu anlayışla karşıladı.
Temel farklılık, etkinliğin Altı Üstü Kitap’ın adresleri üzerinden paylaşılması değildi. Temel farklılık, tüm kitaplar üzerine bir şeyler söyleyecek olmamdı. Daha önceki etkinliklerde okuduğum kitapları paylaşmış, ancak incelememiştim. Bu değişiklik elbette bütün deneyimi dönüştürdü. Benim kitaplara daha irdeleyici bir gözle bakmamı gerektirdi. İyi yanıysa şuydu ki, incelemeleri paylaştığımda bu paylaşımları gören, beğenen, destekleyen insanları ben de görebiliyordum. Bir hikaye beğenisi gibi basit görünen bir destek, bu tür etkinliklerin varlık nedeni olup çıkıyor aslında. Bir yazınsal deneyimi paylaşabilmek, Altı Üstü Kitap’ın temel çıkış noktası. Bu işler aracılığıyla bu çıkış noktasını bir gerçekliğe dönüştürmüş oluyoruz.
10 Güne 10 Kitap, bu kez 22 Temmuz-31 Temmuz arasında gerçekleşti.
6 kurgudışı yapıta karşı 4 yazınsal yapıt okudum. Okuduklarımın belirli bir odak noktası yoktu, geniş anlamıyla okumaya susamış birinin açgözlülüğüyle bir süredir okumak istediğim, ama o gün gözüme en çekici görünen kitaba sarıldım.
Kendimi kısıtlamamak için bir sayfa sınırı belirlemedim, ama daha hızlı akacak metinlerde 400, kurgudışı metinlerde ise 300 sayfayı geçmemeye özen gösterdim.
Birinci Gün
İlk gün, Türk yazınını özlemiş olduğum için, Yakup Kadri’nin ‘Bir Serencam’ını okudum. Kitapla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Beklentisiz ve habersizce girdim içine. Yer yer tökezlesem de, beklediğimden daha çok beğendim.
Bir Serencam
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
İletişim Yayınları
Bir Serencam, Yakup Kadri’nin gençlik dönemi öykülerinin derlemesi, ilk kez bundan 110 yıl önce yayınlanmış. Dili oldukça ağır ve ağdalı, odaklandığı kişiler ve öyküler de Yakup Kadri’den alışık olduğumuz Anadolu insanları ve öyküleri değil sıklıkla. Varsıl insanlar, Avrupalı -biraz züppe- kadınlar, onulmaz gençlik aşkları ve her öyküde apayrı, dipsiz birer bunalım… 19. yüzyılın psikolojik romanlarının kokusu sinmiş öykülere. Bu birikimi toplumcu bir yazınla birleştirdiği Yaban’da göreceğimiz güçlü yazın ve güçlü toplumsal irdeleme dengesi bu öykülerde henüz yok. Buna karşın Yakup Kadri’nin kendine özgü işlemeli dili, bu dilin kendi havasındaki akıcılığı ve çekiciliği burada da görülüyor, eğer dilin eskiliğini ve bazı öykülerde görülen arkaikliği -örneğin kadın düşmanlığını- aşabilirseniz Bir Serencam ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Ama diyelim ki toplamda üç Yakup Kadri yapıtı okuyacaksanız, birinin bu olması hiç de zorunlu değil.
İkinci Gün
İlk günü bir öykü derlemesiyle geçirince, ikinci gün bir kurgudışı yapıta yönelmek mantıklıydı. Çok ağır olmayacak, kurgudışı olmasıyla bir arayışıma karşılık gelecek, ama konusuyla da ilgi çekecek bir şey okumak istedim. Rafta bir süredir duran Hoş Cinayet iyi bir aday gibi gözüküyordu. Büyük oranda düşkırıklığına uğradım.
Hoş Cinayet
Ernest Mandel
Çev. Gülen Aktaş – N. Saraçoğlu
Yazın Yayıncılık
Hoş Cinayet; suç yazınını temelde burjuva toplumunun bir çıktısı olarak ele alan ve polisiyenin gelişimini, hem çıkış hem de varış noktalarıyla dünyanın geçirdiği sosyoekonomik evrelerle bütünleşmiş tarihi bir döküm çerçevesinde irdeleyen akademik bir çalışma. Suç yazınının tarihi bakımından yazılmış ve yazılabilecek en iyi yapıt olduğunu sanmam. Ancak değindiği temel kavramlar ve suç yazınının toplumsal karşılığını öne çıkartmasıyla üzerinde durulmayı hak ediyor, Ernest Mandel’in bu kitapta değindiği noktalar üzerinde derinleşmekte yarar var. Buna karşın kitap, biçemi bakımından oldukça akademik ve sıkıcı. Yetmezmiş gibi çeviri pek iyi değil, düzelti de oldukça sorunlu. Yani kitabın yayın kalitesi düşük. Bu nedenle kitabı içeriği ve savları bakımından önemsiyor, dili ve biçemi bakımından eleştiriyor, Türkçe baskısını ise hiç öneremiyorum.
Üçüncü Gün
Açtığım kurgudışı çizgisini izlemek, ancak bana biraz daha tanıdık alanlara yerleşmek istediğim için üçüncü günümde Ali Özuyar’ın çoktandır merak ettiğim kitabı Gazi’nin Sineması’nı okudum, çok hoşnut kaldım.
Gazi’nin Sineması
Ali Özuyar
Yapı Kredi Yayınları
Gazi’nin Sineması çok tatlı, çok keyifli bir monografi. Özenli bir araştırmanın ürünü. Bir büyük tarih çalışması değil, Atatürk’ün, döneminin ve devriminin sinemayla ilişkisini mercek altına alan dar kapsamlı ama nitelikli bir araştırma. Keyifli bir tarzda kaleme alınmış ve kurgulanmış. Atatürk’ün kültürle hem kişisel, hem toplumsal boyutlarda ilişkisine de bir ölçüde ışık tutuyor. Öneririm.
Dördüncü Gün
İlk günden başlayarak bana çok tanıdık olmayan Türkçe kitaplar okuduğum için, ufak ufak ivme yitireceğimin ayırdındaydım. Hem değişiklik olması için, hem hızlanabilmek için birkaç aydır beklettiğim No Plan B’yi okudum. Bu 10 gün içinde okuduğum en uzun kitaplardan biriydi, ama seri okuru olmanın kitaplara girişi kolaylaştırması olgusundan yararlanarak kitabı birkaç saat içinde bitirebildim.
No Plan B
Lee Child – Andrew Child
Bantam
No Plan B; Lee Child emekli olup da seriyi Andrew Child’a bıraktığından beri yazılan en iyi Reacher kitabı. Andrew Child öncesi kitapların büyüsünü tümden yakalayamasa da önemli ölçüde anımsatmayı başarıyor. Gerek öykünün vuruculuğunda gerekse yazımdaki sivridillilikte Lee Child’ın eksikliği duyumsanıyor, ama No Plan B hem temposu, hem yazımı, hem kurgusuyla hem iyi bir kitap, hem de iyi bir Reacher kitabı. Eğer seriye yabancıysanız iyi bir başlangıç olmayabilir, ama son birkaç yılda çıkan hangi Reacher kitabını okuyayım diye düşünüyorsanız No Plan B’yi gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Oldukça keyifliydi.
Beşinci Gün
Bir önceki gün Jack Reacher okumuş olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak, beni zorlamasını beklediğim ama çok da merak ettiğim, üstelik ileriye dönük olarak okumamın gerektiğine inandığım bir kitaba yönelmeye karar verdim: Savaş Çalışmaları El Kitabı.
Savaş Çalışmaları El Kitabı
Ed. Mesut Uyar
Kronik Kitap
Savaş Çalışmaları El Kitabı; ‘el kitabı’ denmiş olmasına karşın türlü alt disiplinleriyle savaş çalışmaları alanına bir giriş derlemesi aslında. Savunma çalışmaları, güvenlik çalışmaları, askeri tarih, askeri etik, savaş ve basın gibi temel çalışma alanlarına ilişkin makaleler derlenmiş, yer yer derin teknik noktalara değinilse de temelde tüm metinler giriş düzeyinde tutulmuş ve sonuçta alanı tanıtmaya yönelik bir iş ortaya çıkmış. Kitap, giriş düzeyinde olması dolayısıyla alanın ustalarına değil, akademik olarak ya da kişisel merakla savaş çalışmalarına yönelen-yönelecek okura yönelik kurgulanmış. Eğer askeri tarihyazımı gibi alanlara ilgili bir okursanız ya da akademik olarak bu alanda yazıp çizmek istiyorsanız yolunuzu bu kitaptan geçirmenizde yarar var. Geniş bir alan olarak savaş çalışmalarına hevesliyseniz de bunu atlamak istemezsiniz olasılıkla. Ancak, örneğin yalnızca askeri tarihe meraklı bir okursanız ve bu merakınızı pek ileriye götürmeye niyetli de değilseniz; özellikle kitabın içeriği ve yöntemi bakımından, belki kendinize daha uygun çalışmalar bulabilirsiniz.
Altıncı Gün
Kurgu-kurgudışı dengesi denli, Türkçe-İngilizce dengesini de tutturmak için 6. günümde bir Türk romanı ya da öykü derlemesi okuyacağım belli sayılırdı. Bir süre düşündükten sonra Mahir Ünsal Eriş’in Öbürküler’inde karar kıldım. Kitaba nerede başladığımı anımsamıyorum, ama bira yudumlayarak bitirdiğimi anımsıyorum. Oldukça keyifli bir kitaptı.
Öbürküler
Mahir Ünsal Eriş
Can Yayınları
Öbürküler kısa bir roman, öyküsü ve tarzıyla devasa işler yapmaya da kalkışmıyor. Yapmaya çalıştığı şeyde bence oldukça başarılı. Türk yazınının klasiklerine ve büyük adlarına selam niteliği taşıyor, onlara bir selam gönderirken kendine özgü bir öykü anlatmayı, ya da öyküsünü kendine özgü biçimde anlatmayı da önemli ölçüde başarıyor. Öne çıkan iki yönü var: Birincisi atmosferi. Mahir Ünsal Eriş tarihçi altyapısıyla 1960’ların ortamını çok canlı biçimde yeniden yaratıyor. İkincisi de dili. Mahir Ünsal Eriş’in diğer kitaplarından da alıştığımız güçlü bir dili var, burada bu dile büsbütün tarihsel bir doku kazandırmış, okurken kitabın ilk kez 2017’de yayınlandığını unutmak işten değil. Bu doku sayesinde günümüz okurunu metinden koparmayacak, ancak atmosferi de hiç zedelemeyecek bir denge kurulmuş. Kitabın gücü de buradan geliyor. Beklentinizi yükseltmeden başlarsanız kitaptan hoşnut ayrılacağınızı düşünüyorum, öneririm.
Yedinci Gün
Birinci haftayı tamamlarken yeniden kurgudışına geçmek istedim. Çoktandır beklettiğim bir kitabı elime aldım: Cinsel Çeşitlilik.
Cinsel Çeşitlilik
Vanessa Baird
Çev. Hayrullah Doğan
Metis Kitap
Cinsel Çeşitlilik, kapakta söz verdiği şeyi yapıyor: Cinsel yönelimlere, kimliklere, bunların tarihsel, toplumsal, bilimsel ve hatta dinsel konumlarına yönelik genel bir bakış sunuyor. Beklediğimden daha akıcı ve ilgi çekici bir kitap, çeviriyi de oldukça canlı ve yetkin buldum. Benim için bir ölçüde ufuk açıcı oldu, cinsel yönelimler konusunu gündelik çiğ kavgalardan sıyrılmış biçimde okumak bile kendi başına özgün bir deneyimdi. Buna karşın, kitap, alanın tümden yabancısı için fazlaca yüzeysel kalabilir ve bazı çok temel soruları yanıtlayamayabilir, çünkü üzerinde durduğu pek çok şey üzerinde derinleşmiyor, hatta bazı şeyleri havada bırakıyor. Alanda deneyimli ya da akademik olarak bu konular üzerine çalışan okur içinse hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyecektir, sanırım bazı veri ve yorumlarının eskiliği de eleştiri konusu oluyor. Ben okuduğum için hoşnut kaldım, siz de kalabilirsiniz, ama yüksek olasılıkla bundan çok daha iyi giriş kitapları ve daha nitelikli genel çerçeveler çizen yapıtlar yazılmıştır.
Sekizinci Gün
Sona yaklaşırken, önümde yeni ufuklar açacak kurgudışı kitaplar okumanın daha yararlı olacağını düşündüm. Şengül Hablemitoğlu’nun Yas’ı bunun için uygundu. Beni en çok etkileyen, en çok zorlayan kitaplardan biri oldu. Eğer bir günde okumam gerekmeseydi, olasılıkla birkaç güne yaymak istedim. Üzerine düşünmeyi gerektiren, aşama aşama sindirilmesi gereken, güzel bir kitap Yas.
Yas: Uzun Bir Veda
Şengül Hablemitoğlu
Doğan Kitap
Yas; öğretici ve ufuk açıcı olmanın yanı sıra özenle yazılmış, çok zarif, duygusal, etkileyici bir kitap. Yer yer düğümlenmeden okumak güç, üzerine kısaca bir şeyler yazmak da. Şengül Hablemitoğlu hem tüm toplumumuzu ilgilendiren kişisel kaybından ve sonrasındaki yas deneyiminden, hem de kamusal travmalarımızdan ve yaslarımızdan söz ediyor. Kitap boyunca vurguladığı bir şey var: Yası yaşamanın doğru ya da yanlış bir yolu yok, herkesin yas deneyimi kendine özgü. Yasın ne olduğunu, nasıl işleyebileceğini oldukça anlaşılır bir dille, bilimsel çerçeveden çıkmadan ama akademik ve teknik bir dile de saplanmadan büyük bir incelikle okuyucuya aktarıyor. Kitabı bir günde okumanın benim için doğru bir karar olduğunu düşünmüyorum, sindire sindire, yavaş yavaş okumak daha iyi olurdu. Ama okuduğum için çok mutluyum. Olasılıkla, yaşam olağan akışı içinde sürdükçe, bu kitapta anlatılanlara geri dönmem, üzerlerine düşünmem, belki onlara sığınmam gerekecek.
Dokuzuncu Gün
Yas’ın ardından rahat okuyacağım ve mutlu olacağım bir roman okumak istedim. Bunun için Spencer Quinn’in Chet ve Bernie serisi biçilmiş kaftandı. Daha önce ilk iki kitabı okumuştum, o yüzden biliyordum ki anlatıcısı köpek olan bu suç romanları insanın damağında hoş bir tat bırakıyordu. To Fetch a Thief, yer yer beni zorlasa da, bitirdikten sonra hoşnut kaldığım bir kitap oldu.
To Fetch a Thief
Spencer Quinn
Atria Books
To Fetch a Thief; Chet ve Bernie serisinin üçüncü kitabı. İlk kitap, ‘Dog on It’, ‘Yakala Chet!’ adıyla Türkçeye çevrilmişti, sanırım edinmek olanaklıdır ve köpek kitaplarını sevenlere kesinlikle öneririm. İkinci kitabı pek beğenmemiş, dolayısıyla bu kitabı okumakta da ikirciğe düşmüştüm, yanılmışım, oldukça iyi bir kitap olmuş. Bernie Little bir özel dedektif, Chet de köpeği. Birlikte her kitapta yeni işlere karışıp yeni gizemler çözüyorlar, To Fetch a Thief’te de bir sirkten çalınan Peanut adında bir fili bulmaya çalışıyorlar. Serinin öne çıkan özelliği şu: Anlatıcı Bernie değil, Chet. Yani her şeyi bir köpeğin gözünden okuyoruz. Elbette Chet, anlatıcı olmanın gerektirdiği üzere, durumsal farkındalığı ortalamanın oldukça üzerinde bir köpek, Spencer Quinn anlatıcı köpek olacak diye iyi bir romandan beklediğimiz dili geri plana atmıyor. Ancak anlatıcının köpek olduğunu da sıklıkla anımsıyoruz, örneğin ‘bu işten pis kokular alıyorum’ diyen biri olursa Chet gerçekten havayı kokluyor ve okuyucuya kokuda herhangi bir sorun olmadığını belirtiyor. Bazen bazı deyimleri anlamıyor, bazen de insanlar anlamsız ve uzun sohbetlere dalınca vurup kafayı uyuyor, diyaloğun sonunu görmüyoruz. Bunlar oldukça keyifli. Bernie ve Chet serisini öneriyorum, üçüncü kitap da ikinciden daha iyiydi, o yüzden okuduğum için mutluyum.
Onuncu Gün
Kapanışı nasıl yapacağım üzerine biraz düşündüm. Bir önceki gün roman okuduğuma göre kapanışı bir kurgudışı kitapla yapmak anlamlıydı. Akıcı olduğunu öngördüğüm, gündemde olan, ilgi çekici bir kitap aradım. Emrah Safa Gürkan’dan Cumhuriyet’in 100 Günü’nü özellikle yöntemi dolayısıyla merak ediyordum. Okudum, beğendim.
Cumhuriyet’in 100 Günü: İnkılabın Ayak Sesleri
Emrah Safa Gürkan
Mundi Kitap
Cumhuriyet’in 100 Günü: İnkılabın Ayak Sesleri; kurgusu ve tarzıyla kendine özgü bir devrim tarihi çalışması. Beklediğimden çok beğendim, akıcı ve kişilik sahibi bir kitap olduğunu düşünüyorum. Emrah Safa Gürkan, Türk Devrimi’ni 1880’lerden 1927’ye 100 günü öne çıkararak, ancak anlatısını bu 100 günle sınırlamadan, örneğin hilafetin kaldırılışını anlatıyorsa bunu 3 Mart 1924’le sınırlamayıp bütün sürecin üzerinden geçerek, Türk yayıncılığında çok alışkın olmadığımız bir kurgu ve metin yapısı içinde okuyucuya sunuyor. Türk Devrimi’ni iki çekirdek mücadelenin toplamı olarak ele alıyor: Birincisi Mustafa Kemal öncülüğünde önce bağımsızlık ve özgürlük için, sonra da çağdaş bir ulus devlet olmak üzere verilen mücadele. İkincisi de dönemin farklı güç odakları ve özellikle İttihatçılarla Mustafa Kemal arasındaki mücadele. İlki 1923’te önemli ölçüde çözümlense de, ikinci mücadelenin 1927’ye dek sürdüğü düşüncesiyle, kitap 1927’deki ikinci büyük CHP kongresine dek getiriyor anlatısını. Elbette bu, cumhuriyetin yüzüncü yılı için hazırlanmış özel bir proje ve bir devrimi 100 günde anlatmak gibi sık rastlanmayan bir deneyselliği var. Dolayısıyla yer yer kopukluklar, havada kalan şeyler, kuramsal eksiklikler kaçınılmaz. Kitabın bunların tümünden kaçınabilmek gibi bir amacı ve savı da yok zaten. Kapsamlı bir dönemi 100 günü öne çıkararak öykülemek yoluyla genel okuyucuya, bir Akdeniz-Osmanlı tarihçisinin gözünden Türk Devrimi üzerine bir metin okumamız yoluyla da alan içi okuyucuya hitap ediyor. Eğer deneyimli okursanız zaten bilmediğiniz pek az şeye rastlayacaksınız, ama kitabın kurgusu ve Gürkan’ın ortaya koyduğu bakış açısı genel anlamıyla değerli ve ilgi çekici. Dilini de önceki bazı çalışmalarına göre çok daha canlı ve akıcı buldum. Bu kitabın, Cumhuriyet’in 100 İsmi: Büyük Devrimin Portreleri adında ikinci bir çalışmayla bir bütün oluşturduğunu da anımsatayım. O kitabı da geciktirmeden okumak niyetindeyim, her iki kitabın da üzerinde daha çok durulabilir. Kısacası beğendim, öneririm.
İlk kez bir Altı Üstü Kitap etkinliği olarak yaşama geçirdiğim 10 Güne 10 Kitap’ı böylece tamamlamış oldum.
Daha öncekilerden farklı olarak belirli bir konu özelinde, yani çalışma alanım olan 20. yüzyıl ve Türkiye Cumhuriyeti özelinde kitaplar okumak durumunda değildim, ancak okuma örüntülerimizden kurtulmak güç olduğu için Gazi’nin Sineması ve Cumhuriyet’in 100 Günü gibi kitaplardan uzak kalamadım.
Hoş Cinayet, Cinsel Çeşitlilik ve Yas gibi, benim alanım dışına taşan kurgudışı yapıtları okuduğum için oldukça mutluyum. Yas’ın uzun süre benimle kalacağını düşünüyorum.
Geriye dönüp bakıyorum… 10 Güne 10 Kitap, ‘her güne bir kitap’ biçiminde adlandırabileceğimiz kişisel girişimlerimin üçüncüsüydü. Bu etkinlikler kapsamında toplamda 50 kitap okumuş oldum. Bu süreçlerin her biri birbirinden çok farklı geçti. Tümünde okumanın doğasına ilişkin durup düşünme olanağı buldum.
Bu kez, tanıdık alanlardan, tanıdık yazarlardan çok uzaklaşmaksızın yeni ufuklara açılabilmenin, tek bir ilgi alanına sıkışıp kalmamanın, çok yönlü okumanın iyileştirici ve düzenleyici gücünü görmüş oldum. Birbiriyle ilgisiz görünebilecek kitaplar okumamın nedeni buydu. Yalnızca meraktan, yalnızca o kitapla ilişki kurarak okuyabilmek kendi başına dönüştürücü bir deneyim. Okumanın özgün bir zihinsel edim olduğunu, zihni ve beyni başka işlerin çalıştırmadığı biçimlerde çalıştırdığını görüp deneyimlemek, böyle zamanlarda daha kolay.
Okumanın, bu dünyayı yaşanır kılmasının ardındaki nedenlerden biri de bu olsa gerek.
-
Yan karakter olmaktan mustariplerin kitabı: Mahcubiyet ve Haysiyet
Özge İpek Esen
Ellili yaşlardaki bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla yıllardır yaptığı gibi Henrik Ibsen’in bir metnini çözümlediği derslerinden birini verirken öğrencilerinin tepkisizliği, sıkılmışlığı ve dersin onlar üzerinde hiçbir etki yaratmaması, onda bir şeylerin yolunda olmadığı hissini uyandırır. Bu his sağanak yağmurda şemsiyenin açılmamasıyla onu bir öfke krizine sürükler. Bahçede duran bir öğrenciye küfrederek şemsiyeyi ve belki de onun sembolize ettiği şeyi, yani emniyetli olanı bir kenara bırakıp yağmurun altında geçmişe doğru bir yürüyüşe çıkar. Yükseköğrenim yıllarında da adımladığı sokaklardan geçerken hayatının ilk önemli rolünü anımsar. Olağanüstü zeki felsefe doktora öğrencisi Johann Corneliussen’in hayatına konukluğunu, ardından onun eski karısı olan Eva Linde ve kızı Camilla’nın kendisine cansimidi oluşunu Dag Solstad’ın kaleminden okumaya başlarız. Ve en sonunda okuldaki küçük krizin ve bu ıslak yürüyüşün artık Elias için bazı kapıların kapanması demek olduğunu anlarız.
Okuru sevk ettiği düşünceleri göz önüne alınca hiç de “hafif” olmayan bir ince kitap Mahcubiyet ve Haysiyet. Bir hafta sonu için çok ideal olduğunu ancak kafa dağıtmaktan ziyade düşünsel bir efor gerektirdiğini de belirteyim. Öyle olduğu içindir ki bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım.
Dışarıdan bakınca belki de Elias’ın yaşadığı o günde hepi topu bir saatlik bir kesite tanık oluyoruz. Fakat yürüyüş boyunca Elias’ın anılarına daldıkça, bireysel kesitler önümüze birtakım toplumsal olguları seriyor. Johann Corneliussen ile olan arkadaşlığına dair anılardan anlıyoruz ki Elias, o muhteşem öğrencinin dostluğu ile yetinen bir yan karakterdir. Tıpkı çiftli danslarda olduğu gibi Johann Corneliussen’in adımlarına eşlik etmeye çalışır. Sohbetlerinde âdeta Johann’ın fikirlerini sunduğu, denediği bir deneme tahtası gibidir. Yan karakter olarak Elias, dümdüz, pürüzsüz ve şaşırtmacasız bir hayat çizgisini takip ederken Johann bunun zıttı bir yönde ilerler. Tam da bir başrolden beklendiği gibi -her ne kadar kitapta Johann’ın yaşam yolculuğunun bambaşka olacağına dair yaygın bir kanı paylaşılsa da- Johann yine kendisi gibi olağanüstülüklere malik Eva Linde ve kızı Camilla’yı Oslo’da bırakıp Amerika’ya kaçar ve yeni bir hayata başlar. Bu kaçış Eva Linde ve Camilla’nın Elias’ın yaşamına girmesine sebep olur. Elias yeni düzeninde de Eva Linde’nin yan karakteri olarak yaşamına devam eder.
Elias’ın Eva Linde’yle olan ilişkisi de aynı düzlük, pürüzsüzlük ve sabitliktedir. Bir gün Eva Linde, mutfağı yenilemek istediğini söyleyince Elias ekonomik şartlarının buna yeterli olmadığı karşılığını verir. Ardından Eva Linde, “Allah’ın cezası cimri herif” sözleriyle kızgınlığını ifade eder. Ancak bu kızgınlık çok kısa bir andır. Hemen sonra öfkesi geçer ve son derece anlayışlı haline döner. Tam burada insanın duygularını bastırıp, onları görmezden gelme yapmacıklığına varacak kadar saygılı ve anlayışlı davranma aşırılığına Dag Solstad şu sözlerle dikkat çeker: “Bu durum Elias Rukla’yı endişelendirdi. Eva’nın ona nefret dolu gözlerle bakmasından ziyade, sonra birdenbire uysallaşması yani.”
Kitabın sonlarına doğru bu uyumluluk, anlayışlılık halindeki yapmacıklığı düşünmeye ve demokratik olmak adına solup giden birtakım duygulara odaklanıyor yazar. “En son ne zaman biriyle sohbet ettin? Biri yılı geçmiştir herhalde, diye düşündü.” sözleriyle bugün hemen herkesin yakındığı bu sorunu bambaşka bir yerden ele alıyor. Genelde sık dillendirdiğimiz gibi teknolojiden, karşıdakini dinlememekten kaynaklanan diyalog kuramama halinin Elias için temel sebebi ise bambaşka. Demokratik sınırlara riayet etme uğruna insanlarda gelişen kayıtsızlığın ve kabullenme halinin bu diyalogsuzluğu doğurduğunu düşünüyor ve bunu da şu sözlerle ifade ediyor:
“Sana anlamlı gelecek bir şey bulabilmek için ticari çıkarlardan oluşmuş bir kümenin arasından seçip ayıklaman gerekiyor, diye ekledi. İnsanı konuşmaktan alıkoyar bu. Bu kümeye de demokrasi adını veriyorlar. Evet, ben buna küme diyorum, böyle deyince de halkı aşağıladığımı iddia ediyorlar, diye öfkeyle geçirdi aklından. Belki de haklılar, belki de ben artık gerçekten demokrasiye inanmıyorum.”
Okumalı mısınız?
Anlamı çarpan etkisiyle çoğalan bir metin yazmış Dag Solstad. Toplum ve birey arasındaki gerilime ve ilişkilere dair okumalardan hoşlananların ve yan karakter olmaktan mustariplerin okumak isteyebileceği bir kitap.
-
Gençlik, ayrımcılık, düşmanlık ve korkaklık: Tanrısız Gençlik
Can Güçlü
“Şu oğlanların benim için kutsal olan her şeyi reddetmeleri aslında o kadar da kötü değildi. Daha kötü olan ise nasıl reddettikleri, şöyle ki: Tanımadan. Ama en kötüsü de hiç tanımak istemeyişleri! Düşüncenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanlar umurlarında değil! Makine olmak istiyorlar; vidalar, çarklar, pistonlar, kemerler… Ama makineden de çok cephane olmak isterlerdi: Bombalar, şarapneller, el bombaları. Herhangi bir savaş alanında geberip gitmeyi ne çok isterlerdi! Bir savaş anıtının üstündeki isimleri onların tek ergenlik hayali.”
Naziler, yazının ve sinemanın gözde motiflerinden, öykülerinden, dekorlarından biri. Tarihin gördüğü en büyük kitlesel ve sistematik vahşete imza attıkları, bunu toplum yaşamından ekonomiye, siyasetten kültüre her alana yayılmış tutarlı bir ayrıştırma ve düşmanlaştırma zemini üzerinde yaptıkları için Nazizm’in kalıtı, bugünün dünyasının en büyük travmalarından biri hala.
Üstelik bir de nasyonal sosyalizmin sınırlarını aşan, daha geniş ve esnek bir faşist toplamın varlığını göz önünde bulundurursak, bu faşist toplamın da tarihte kalmış, yüzeyi örümcek ağı bağlamış eski bir anı olmadığını; bir süredir bastırılmışa benzediği yerden, üzerinde biriken zamanı yırtıp fırlayarak en beklemediğimiz yerlerden yaşamlarımıza sızmanın yolunu aradığını ve bazen de başardığını düşünürsek, Nazizm ve faşizm üzerine yazılanların geçmişte de, bugün de çok ilgi çekmesini daha iyi anlarız olasılıkla.
Bunlara ek olarak, İkinci Dünya Savaşı, dünyanın toplu belleğinde çok kilit bir yer tutuyor. Bu nedenle savaş sonrasında üzerine yazılıp çizilen pek çok şey var. Ancak savaştan önce yazılmış, savaşı yaratan etmenleri öyküleyen aynı oranda fazla yapıt yok.
Ödön von Horvath’ın Tanrısız Gençlik’i (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021) tam olarak bunu yapıyor: Nasyonal sosyalizmin ve daha geniş anlamıyla faşizmin kök salışını okurun gözleri önüne çok canlı bir biçimde getiriveriyor.
Kitap ilk kez 1938’de yayınlanmış. Yaşamı ve özellikle ölümü en az yapıtları ölçüsünde ilginç olan von Horvath’ın Nazilerle başı hoş değil. Yaşamını yitirmeden kısa süre önce Almanya’nın Avusturya’yı topraklarına katmasının ardından Paris’e taşınıyor, kısa süre sonra da ölüyor.
Tanrısız Gençlik, Nazizm’in olgunlaşıp toplumu kapladığı, ancak asıl amacı olan savaş evresine henüz ulaşamadığı bir dönemde geçiyor. Kitabın ana karakteri ve aynı zamanda anlatıcısı, Nazilerle geçinemeyen bir öğretmen. Kitabın henüz başında, sınav kağıdına ‘bütün zenciler üçkağıtçı ve tembeldir’ yazan bir öğrencisinin bu tümcesinin üstünü çizdiği için hem tüm öğrencilerinin, hem de velilerinin gadrine uğruyor.
Kitabın ilk yarısı, anlatıcı ve çevresindeki kişiler üzerinden, toplumun faşizmi nasıl benimsediğinin işlenmesiyle geçiyor. Anlatıcı, bir öğretmen olmasına karşın, toplumun benimsediği ırkçı, düşmanlaştırıcı, ayrımcı ve savaş yanlısı Nazizm’le açıktan karşı karşıya gelecek gücü bulamıyor kendinde. ‘Onlardan biri’ gibi davranmıyor illaki, ama kendisine gösterilen tepkiye de, bununla dolaylı-dolaysız bağlantılı diğer sorunlarda da, sesini çıkarmıyor.
Bir yandan toplumuyla ilgili çok çarpıcı ve net saptamalar yapabilen, bir yandan da bu saptamalarla ne yapacağını hiç bilmeyen bir ana karakter görüyoruz. Gidişin iyi olmadığının ayırdında, ama kendisi gibi düşünenlerle bir araya gelemiyor, gelse bile yapacağı bir şey olduğuna inanmıyor. Kendi kişisel koşullarını iyileştirme derdinde, bu anlamıyla da Nazilerin çizdiği sınırın dışına pek çıkmıyor.
Öğrencileri ise alabildiğine kaba, yırtıcı, savaş yanlısı. Nazizm’in toplumu çocukluk ve gençlik örgütlenmelerinden başlayarak Alman üstünlüğü için savaşacak bir asker yığını olarak geleneksel otorite yapılanmaları içinde yoğurup faşist bir hiyerarşi içine yerleştirme yöntemini çok canlı anlatıyor von Horvath. Otorite figürünün parmağı kimi gösterirse ondan nefret eden, kendini yöneticilerinin düşleri uğruna gözden çıkarmaya dünden razı küçük birer askercik bu çocuklar.
“Evet, belki Annie’nin annesi haklıdır,” diyor anlatıcı bir yerde, “Erkekler çıldırdı, çıldırmayanların da azmış delilere deli gömleğini giydirmeye cesareti yok. Evet, kadın haklı. Ben de korkağın tekiyim.”
Anlatıcının korkaklığı ve toplumsal kokuşmuşluk, kitabın ikinci yarısıyla birlikte, ilk yarısından biraz farklı bir öykü üzerinden işleniyor. Daha doğrusu, kitabın ikinci yarısı, ilk yarısını okuyan okurun belki de pek beklemeyeceği biçimde ilerliyor.
O dönemde yaygın olan yarı-askeri gençlik kamplarından birinde çocuklara denetmenlik yapıyor anlatıcı. Çocukların arasındaki önemsiz sayılabilecek bir çekişmeye gizlice dahil oluyor, onun bu karışması da çocuklar arasındaki gerginliği artırarak dolaylı yoldan bir çocuğun öldürülmesine neden oluyor. Kitabın ikinci yarısı bir mahkeme draması, bir soruşturma romanı havasında geçiyor. Kişisel bunalımlar toplumsal açmazların önüne geçiyor. Kitap, bana göre, başlangıcındaki derin toplumsal tınıyla pek de uyumlu olmayan oldukça kişisel bir sonla bitiyor. Ne anlatıcı gerçek anlamda korkusunu yeniyor, ne dert ettiği konularla ilgili gerçek bir çözülme görüyoruz. Gerçi, öykü bir anlamıyla doğru düzgün sonlanıyor. Belki de benim kişisel beklentilerim başka türlü olduğu için söylüyorum bunları. Pek çok başka okura göre kitabın iki yarısı arasında böyle bir kopukluk olmayabilir.
Bir noktaya değinmesem olmaz: Tanrı ve Tanrısızlık, kitapta tahmin edileceği ölçüde önemli bir yer tutmuyor benim bakışıma göre. Tanrının iyiliği ve kötülüğü, büyük oranda dünyada izin verdiğine inanılan iyilik ve kötülük üzerinden tartışılıyor.
von Horvath’ın dilini yer yer dağınık bulsam ve öyküyü izlemekte zorlandığım noktalar olsa da; döneminden ve öyküsünden beklenmeyecek ölçüde akıcı ve keyifli yazılmış bir kitap Tanrısız Gençlik. Kısa da olduğu için, eğer kafanızı toparlayıp başlarsanız ve severseniz, tek oturuşta bitirmeniz işten değil (gerekli de değil tabii). Söz ettiğim ağır ve bunaltıcı tartışmalar, kitapta oldukça akıcı ve ilgi uyandırıcı biçimde yazılmış. Bunu aynı oranda beğenmediğim kesitler için de söylüyorum.
Bugün geri dönüp baktığımızda büyük karanlıklar içinde gördüğümüz bir dönemi ve toplumu, karanlığından arındırmaksızın eğlenceli ve canlı bir dille öyküleyebilmek küçük iş değil, bu yüzden von Horvath’ın hakkını vermeli. Gülperi Zeytinoğlu’nun çevirisinin de yetkin olduğu izlenimindeyim, beni irkilten ve ‘böyle çevrilmemeliymiş’ dediğim bir yer olmadı.
Buna karşın, kitap, belki yazıldığı dönem dolayısıyla, belki von Horvath’ın amacı başından beri bu olmadığı için, potansiyelini gerçekleştirerek tam bir toplumsal romana da dönüşmüyor. Taşıdığı atmosferi ve vurucu saptamaları çarpıcı ve zamana dayanıklı bir kurguyla da birleştirmiyor. Gerçi von Horvath ikinci yarıdaki gizem öğelerinin büyük heyecan uyandıracağını ummuş olabilir, ama bende bu duyguyu yaratmadı ne yazık ki ilgili kesitler. Ama, belki yazınsal değerinin önüne geçse de, kitabı değerli yapan tam da o saptamalar, o atmosfer. Henüz patlak vermemiş büyük bir fırtınanın iç tıkayıcı basıncı.
Anlatıcının bir noktada kendi kendine mırıldandığı gibi:
“Yeni barbarlar, yeni uluslar.
Silahlanıyorlar, silahlanıyorlar. Bekliyorlar.”
Okumalı mısınız?
Nazi Almanyası ilginizi çekiyorsa okumanızı öneririm. Faşizmle ilgileniyorsanız da okumanızı öneririm. Aslında… Konu biraz ilginizi çekiyorsa ve zaman ayırabilecekseniz okumanızı öneririm, von Horvath’ın biçemi ve tarzı oldukça erişilebilir bir tarz, kitabın atmosferininse üzerine düşünmeye değer. Büyülenmeyeceksiniz, ama değerli bir okuma deneyimi yaşayacaksınız derim.
-
Yazarlardan Yazarlara İz Bırakan Mektuplar
Edebiyat dünyasının önde gelen yazarları ve şairleri sadece eserleriyle değil, yayınlanan mektupları ve bu mektuplar sayesinde tanık olduğumuz dostluklarıyla da okurlarında önemli izler bıraktı. Bu mektupları okumanın oldukça özel bir yanı var, çok sevilen ve bir o kadar da ilgi duyulan bu edebiyatçıların, dostlarına açtıkları hisleri ve düşüncelerini okumak okurları bu dostluğa ortak olmuş gibi hissettiriyor. Mektuplar, yapıtlarıyla tanıdığımız yazarların özel yaşamlarına ve duygularına açılan bir pencere görevi de görüyor. Sizi de etkileyeceğini düşündüğümüz dostluklara ve ilişkilere dair mektup kitaplarını sizin için derledik!
Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar
Hazırlayan: Leyla Erbil
Yapı Kredi YayınlarıLeyla Erbil’in bizzat derlediği bu kitap, Tezer Özlü ile dostluğunun en özel anlarına tanıklık niteliği taşıyan, zaman zaman duygulandıran zaman zaman düşündüren mektuplardan oluşuyor. Leyla Erbil, Tezer Özlü ile birbirlerine verdikleri bir gün mektuplarını yayınlama sözünü bu kitapla tutuyor. Hayatını genç yaşta kaybeden Tezer Özlü ne yazık ki bu kitabın yayınladığını görememiş olsa da, insanın en ilginç yanını içerdiğine inandığı mektupları bugün hala ilgiyle okunuyor.
Leylim Leylim: Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar (1954-1957)
Ahmed Arif
Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıLeyla Erbil’e içini döken bir başka yazar, aynı zamanda Leyla Erbil’e duyduğu büyük aşkla da tanınan Ahmed Arif. Sadece ilişkilerine dair değil, aynı zamanda Ahmed Arif’in iç dünyasına ve dönemin gerçeklerine de ışık tutan bu mektuplar Ahmed Arif’in kaleminin gücünü de okura bir kez daha kanıtlıyor.
Ziya’ya Mektuplar
Cahit Sıtkı Tarancı
Can YayınlarıCahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba… Bu iki önemli yazarın uzun yıllara yayılan dostluklarının meyvesi olan bu mektuplar, farklı yaşlarda bambaşka şehirlerden yazıldığı halde iki edebiyatçının arasındaki değişmeyen dostluk dinamiğini gözler önüne seriyor. Okurlar, sadece ikilinin arkadaşlıklarına dair anları değil yazdıkları eserlere dair karşılıklı fikirlerini de Cahit Sıtkı Tarancı’nın mektuplarından okuyabiliyor. Mektupları okumak, iki dostun koyu sohbetini dinleme duygusu uyandırıyor.
Mektuplar
Hermann Hesse / Thomas Mann
Çeviren: Nuriye Gülmen
Timaş YayınlarıNobel Edebiyat ödüllü iki yazarın birbirine yazdığı mektupları içeren bu kitap, döneminin detaylı bir resmini çiziyor. Hesse ve Mann birbirlerine gönderdikleri mektuplar yoluyla farklı farklı onlarca konuyu tartışıyor, dönemin dünyasına dair fikirlerini dillendiriyor ve okurları sadece dostluklarında değil tarihte de bir yolculuğa çıkarıyor.
Haluk’a Mektuplar
Bilge Karasu
Hazırlayan: Haluk Aker
Metis KitapBilge Karasu’nun 30 yıl boyunca Haluk Aker’e yazdığı mektupları içeren bu kitap Bilge Karasu’yu daha yakından tanımak isteyen herkes için bir cevher niteliğinde. Aynı zamanda Haluk Aker’in Bilge Karasu’ya yazdığı mektuplar sayesinde ikilinin dostluklarına ve edebiyata dair karşılıklı düşüncelerine tanık oluyoruz. Aker’e göre, kişinin ‘insan olarak bilinmesini’ sağlayan bu mektuplar yazın yaşamımızda önemli bir yer tutuyor.
-
Dönemler arasına sıkışmış bir öykü: Avenger
Can Güçlü
Bazı yazarların ününü biliriz, adını duymuşuzdur, sevildiklerinin de ayırdındayızdır, ama kitaplarını hiç okumamışızdır. Bazıları kendince bir biçeme sahip, yazınsal üretimi kendi kitaplarının sınırlarını aşan yazarlardır, bunların yazdıklarıyla karşılaşmak için her zaman kitaplarını okumak gerekmez, alıntılarla, pasajlarla bu kişilerin tarzına ilişkin bir fikir edinebiliriz. Bu fikirler çoğu kez gerçeği yansıtmaz ve bizi yanıltır, orası ayrı.
Gelgelelim hem ünlü, hem kendi türü içinde adı sıklıkla söylenen, hem anıtlaşmış adların bazılarının kendilerine özgü bir biçemi, tümcelerinde görünce tanınacak bir kişisel tını, örneğin artık kendileriyle bütünleşmiş karakterleri yoktur, dolayısıyla bu kişilerle ilgili dışarıdan bir fikir edinmek daha zordur.
Somutlaştırmama izin verin: Örneğin, adını burada sıklıkla andığım Lee Child parmak basmak istediğim noktanın iyi bir örneğidir. Eğer Batılı gerilim yazınını takip ediyorsanız, Lee Child’ın tarzıyla ilgili, kitaplarını okumasanız da, bir şeyler duymuşsunuzdur. Kendine özgü bir biçemi vardır, kısa ve sivridilli tümcelerle yazar. Bir paragraf aslında iki tümceden oluşabilecekken kısa ve vurucu olması için dört tümceye bölünüyorsa bu Lee Child’ın kendine özgü biçeminin bir yansımasıdır. Yazım tarzına yabancıysanız, karakteri Jack Reacher’ı tanırsınız.
Bizden bir örnek vereyim, Sabahattin Ali okumamışsanız bile, tarzı ve biçemiyle ilgili kafanızda bir fikir vardır. Öyküleriyle ilgili kulağınıza bir şey çalınmıştır. Hatta, gerçeği yansıtsın yansıtmasın, toplumun Sabahattin Ali’den beklediği biçemi ve tarzı taklit ederek, Sabahattin Ali’nin yaşamında söylemediği ve yüzüne söyleseniz de hoşnut kalmayacağı şeyleri milyonlarca insanın önüne düşürüp gerçekmiş gibi paylaştırabilir, böylece toplumsal olarak yazınımızla kopukluğumuzun acıklı ve gülünç biçimde ortaya çıkmasına istemsizce neden olabilirsiniz.
Bunlar, okumasak da kafamızda bir yeri olan yazarlara örnekler. Bazen de, bazı yazarların bütün ününe karşın, neyle karşılaşacağımızı bilemez ve o yazarla bağ kurmakta zorlanırız. Tarzı bize yabancıdır, öyküleri yabancıdır, tür bakımından tam seveceğimiz yazar gözüyle baksak da emin olamayız.
Frederick Forsyth benim için tam olarak böyle bir yazardı. Adı, gerilim ve casusluk türlerinin anıt adlarından biri. 1970’lerde yayınlanan Çakalın Günü, çağdaş gerilimin kurucu metinleri arasında sayılıyor. Ülke sınırlarını aşan sansasyonel öyküler işlemekle ünlenmiş. Ancak ben, Çakalın Günü dışında 2-3 kitabını raflarda görmek dışında kendisine hiç aşina değildim. Ne bekleyeceğimi bilmiyordum, okuduğumda sevip sevmeyeceğimi bilmiyordum.
En sonunda, son aylarda pek az bulabildiğim boşluklardan birinden yararlanıp, 2003’te çıkan kitabı Avenger’ı okudum (Türkçesi İntikam Gönüllüsü, Altın Kitaplar 2011’de yayınlamış). Ve bir kez de okumuş halimle belirtebilirim ki, Frederick Forsyth’la ilgili ne düşündüğümü hala tam olarak bilmiyorum.
Biraz varsayımsal konuşmaya hakkım varsa, Avenger, dönemler arasında kalmış bir kitap.
11 Eylül 2001 saldırısının ardından Batılı gerilimleri bir İslamcı terörizm kasırgasının aldığını düşünürsek; Avenger hem öyküsünün geçtiği dönem, hem de yazımına başlanan evreler bakımından bunun öncesinde kalıyor. Ancak, bir Soğuk Savaş dönemi gerilim yazarı olarak Forsyth’ın alıştığı çift kutuplu dünya döneminden de sonraya denk geliyor. Oysa yayınlandığı dünya 11 Eylül sonrası dünya ve gerilim romanlarından beklentiler de değişmiş. Dolayısıyla bu kitapta kötü adamlar kimler olacak, kitabın ana sorunsalı ne olacak, konu ne olacak gibi noktalarda şaşırtıcı bir karışıklık var. Bana öyle geldi ki kervan yolda düzülmüş ve ya Forsyth başka niyetlerle başladığı kitabı başka bir yere çekmiş, ya da yazmakta olduğu kitabı değişen dünyanın beklentilerine uyarlamaya çalışmış.
Kitabın ilk yarısında, yeni karakter üzerine yeni karakterle, yan öykü üzerine yan öyküyle karşılaşıyoruz. Kitabın, bağlantılı öyküler ve izlekler bakımından bir roman biçimini alması yarısını buluyor. O ana dek o denli çok alt öykü ve yan karakter görüyoruz ve bunların öyküleri kendi içlerine öyle kapanmış ki, tek bir kurgu değil de bir kesitler bütünü okur gibiyiz.
Forsyth temel sorunsalını Bosna Savaşı’nda bulmuş. Aslında kitabın kötü adamları da, kurgunun temel iteneği de Bosna’yla bağlantılı, çünkü 1990’ların belirleyici çatışmalarından biri bu. Ancak tümüyle Bosna’yla ilgili bir kurgu işlemek yerine, dönüşen dünyanın beklentilerini karşılamak adına olacak, işin içine bir İslamcı terörizmi ve Pentagon entrikaları zinciri giriyor. Kurgu dağınık, öykü kendi değerini kendi içinde açıklamaktan yoksun. Bazı yan öyküler ilgi çekici, ama kitabın ana kurgusu bunların çok gerisinde.
Forsyth’ın karakterleri ve dili de ününden beklenmeyecek ölçüde yavan. Kurgunun dağınıklığından dil de etkilenmiş. Okuyucuyu yakalayacak, gerilim türünün temel duygusu olan önemli bir şey okuma ve heyecanlanma duygusunu sağlayacak pek az kesit var. Karakterler de yer yer ilgi çekici olmalarına karşın geniş çerçeve içinde pek bir alan doldurmuyor. Bu nedenlerle de, büyük bir akıcılıkla okunması gereken kitabı takip edebilmek güçleşiyor. Buna diyaloğun sıradanlığını ve vurucu sahnelerin azlığını eklersek, elimizde genel anlamıyla yavan bir kitap kalıyor.
Tabii, yazının başında söylediklerime dönecek olursam, Forsyth gibi yazarlar özelinde, özellikle bu türün düşkünüyseniz, okur için bir beklenti yönetme sorunu var. Benzer bir durum başka türler içinde başka yazarlarla ilgili de geçerli. Belki de Forsyth’tan büyük beklentiler içindeydim, belki de Avenger başlangıç için iyi bir Forsyth kitabı değil. Belki de ben ters bir açıdan yaklaşıyorum ve birileri kitapla çok daha derin bağlantı kurup daha çok keyif alabilir. Ama bana dönemler ve yaklaşımlar arasına sıkışmış ve tatsız bir kitap gibi geldi. İnceleme boyunca türlü noktalara yüzeysel de olsa değinmem bundan, kitabı yerip bırakmak anlamlı değil, ne açılardan ve ne nedenlerle havada kaldığını temellendirmek istedim. Özetle diyebilirim ki, iyi ve çarpıcı öykü, var oluş gerekçesini kendi içinde hem yazara hem okura duyumsatır. Bu kitap yazara duyumsattı mı bilmiyorum ama, bana bir okur olarak duyumsatmanın yakınından geçemedi.
Okumalı mısınız?
Sıkı bir Forsyth okuruysanız ya da kitabın konusu ilginizi çok çektiyse denemekten zarar gelmez. Ama okuyacak güzel bir şey arıyor olsanız ve benden üç öneri isteseniz biri bu kitap olmazdı olasılıkla.
-
10 Güne 10 Kitap
Altı Üstü Kitap ekibi olarak yeni bir etkinlikle karşınızdayız!
Şimdiye dek hazırladığımız listelere, kitap incelemelerimize, özel dosyalara ve söyleşilerimize yeni bir içerik türü, daha doğrusu yeni bir etkinlik ekliyoruz: 10 Güne 10 Kitap!
Ekip üyelerimizden Can Güçlü, 2021 yılının haziran ayında ’30 Güne 30 Kitap’ ve kasım ayında da yine ’10 Güne 10 Kitap’ olarak gerçekleştirdiği kişisel projesini, bu kez bir Altı Üstü Kitap etkinliği olarak yaşama geçirecek.
10 Güne 10 Kitap’ın çerçevesi oldukça yalın: Can, 22 Temmuz-31 Temmuz arasında her gün bir kitap okuyacak ve bu kitaplarla ilgili görüşlerini kısa birer yorum olarak sosyal medya hesaplarımızdan paylaşacak.
Aynı tarihlerde bu etkinliğe katılmak isteyen dostlarımızın okudukları kitapları ve görüşlerini de yine sosyal medyadan paylaşacağız. Böylece sizlerle de paylaşım içinde yeni kitapları yüksek tempoda okuyup bitirmek ve yorumlamak, her gün bu etkinlik üzerinden sizinle sohbet etmek mümkün olacak.
10 Güne 10 Kitap tamamlandığında her türden, birbirinden farklı 10 kitabı 10 gün içinde okuyup incelemiş, aynı zamanda kendine özgü bir okuma deneyini de sonlandırmış olacağız. Bunun hem süreç içinde, hem de etkinlik sonrasında üzerine konuşulmaya değer bir deneyim olacağına inanıyoruz. Dolayısıyla her türlü yorum ve katkınız, dilerseniz sizin de bu etkinliğe katılmanız bizim için çok değerli olacak.
Şimdilik hangi kitapların okunacağını, bu kitapların neye göre seçileceğini bilmiyoruz. Gerçekçi olarak bu kararlar anlık olarak, bir ölçüde içgüdüsel bir tutumla alınacak, çünkü bu tür projelerin tamamlanması için kişisel hevesten daha belirleyici bir etmen yok.
Elbette 10 gün boyunca her gün bir kitap okuyup bitirmek, yaşamın olağan akışı içinde, elimizde olmayan nedenler dolayısıyla kesintiye uğrayabilecek bir proje. Benzer bir sorun daha önceki denemelerimizde karşımıza çıkmadıysa da; bu ayki etkinliğimizi bir nedenden dolayı duraklatmak ya da erken bitirmek gerekirse, bunu da sizlerle paylaşacağız.
Biz oldukça heyecanlıyız! 22 Temmuz’da görüşmek üzere!