• Altı Üstü Kitap Kulübü toplanıyor!

    Altı Üstü Kitap Kulübü toplanıyor!

    Uzun bir aradan sonra Altı Üstü Kitap Kulübü yeniden karşınızda! Bu kez bizim için oldukça özel bir kitap kulübü yayını yapacağız, çünkü okuyacağımız kitabı çoktandır okumak ve enine boyuna tartışmak istiyorduk.

    24 Nisan 2024’te, saat 21.00’de Instagram hesabımızda yapacağımız canlı yayında, Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İstanbul’unu konuşacağız.

    İzleyiciler de sorular, yorumlar ve eleştiriler aracılığıyla sohbetimize yön verecek.

    Çok heyecanlıyız! 24 Nisan’da görüşmek üzere!

  • Okurun Gezi Günlüğü: Amsterdam ve Paris

    Okurun Gezi Günlüğü: Amsterdam ve Paris

    Can Güçlü

    2024’ün şubat ayının sonu ve mart ayının başı, bizi de bir ölçüde şaşırtan biçimde, Altı Üstü Kitap ekibinin epeyce hareketli olduğu bir dönem oluverdi. Ben bir süredir yapmayı istediğim ancak denk getiremediğim biçimde arka arkaya iki Avrupa başkentini, Amsterdam ve Paris’i görme olanağına kavuştum, İlkin de aynı günlerde Atina’daydı. Üç şehirden de bazı kitapçı turları gerçekleştirdik.

    Kitapçı turları, Altı Üstü Kitap’ın yayın yaşamına başladığı günlerden beri ara sıra sosyal medya hesaplarımız üzerinden, çoğunlukla da Instagram’dan gerçekleştirdiğimiz fotoğraflı hikaye etkinlikleri. Benzer turları İstanbul’da, Ankara’da, Londra’da ve Berlin’de yapmıştık. Şimdi bunlara Amsterdam, Atina ve Paris eklendi. Dileyenler, paylaştığımız fotoğrafları Instagram’da öne çıkanlar sekmesinden inceleyebilirler.

    Bu dosya ise aslında yazılmayacaktı, çünkü bir kez daha yaşamımın oldukça yoğun bir dönemindeyim ve odaklandığım belli başlı şeyler dışında yazılı çıktı üretecek zihinsel bant genişliğinden yoksunum. Ancak bazen yazmak insanın kafasını toplamanın da en işlevsel yolu oluyor, dolayısıyla, hoş geldiniz.

    Bu dosyada Instagram’da turlarını yaptığım Amsterdam ve Paris kitapçılarına ilişkin birkaç tümcelik görüşler bildireceğim ve hem bu şehirleri ziyaret edebilecek kişiler, hem de meraklıları için yararlı birtakım bilgiler vermeye çalışacağım. Çünkü, gördüklerimin, benim gibi, gittiği şehirlerde kitapçıları öncelikli turistik durak belleyen kitapseverlerin ve gezi meraklılarının ilgisini çekebileceğini umuyorum. Başlıkta ‘günlük’ sözcüğünü kullandım ama, aslında bu dosyada bir yazınsal duraktan bir sonrakine atlayarak gezeceğiz. Yani bir günlükten çok, bir tür döküm olacak bu.

    Bir ön bilgi vererek başlayayım: Yabancı dil olarak İngilizceden başka bir şey konuşmadığım için, genel olarak her iki şehirde de ağırlıklı olarak İngilizce kitapçılara yöneldim. Gerçi Paris’te işin rengi biraz değişti, göreceksiniz.

    Başlıyoruz!

    Amsterdam

    Bu bir okur günlüğü, dolayısıyla Amsterdam’la ilgili görüşlerimi buraya almamaya çalışacağım. Ancak, belirtmeliyim ki, bu şehri ünlü olduğu (ve başka pek çok yerde yasadışı olan) şeyler dolayısıyla ziyaret etmek akla daha yatkın. Bunlar dışında sanat müzeleri öne çıkıyor. Dolayısıyla görsel sanatlarla ilgileniyorsanız şehir ilginizi çekebilir. Ancak yazınsal olarak, Hollanda halkı kültürlü bir halk olsa da, uluslararası ölçekte özel olarak ziyaret edilmesi gereken bir yer olduğu duygusuna kapılmadım. Buna karşın güzel kitapçıları bulunuyor.

    The American Book Center

    The American Book Center, ‘kitapçılar sokağı’ olarak da anılan Het Spui’de yer alıyor, Amsterdam’daki en büyük İngilizce kitapçı. Birkaç kata yayılmış olarak hem İngiltere, hem ABD baskılı kitaplara ulaşmak olanaklı. Stokları oldukça geniş, çünkü kitapçı da oldukça geniş. Giriş katında sanat ve müzik kitaplarına, yeni çıkanlara yer verilmiş. Öne çıkan kitapların bulunduğu raflara ‘ABC Favorites’ etiketi yerleştirilmiş. Ayrıca çoğu kategori için ayrı ayrı indirim rafları da var. Bu indirim raflarında kağıt kapaklı kitaplar gibi ciltli baskılara da yer verilmiş, dolayısıyla makul fiyatlara ciltli kitap almanız olanaklı. Buna karşın, Amsterdam’ın genelinde bir pahalılık gözlemledim. Bu durum İngilizce kitaplar için de geçerli, tabii Hollandaca kitaplar ithal ürün olmadığı için daha ucuz. Benim nirengi noktam Berlin kitapçıları olduğu için ithal kitapların çoğunu Berlin’den 1,5 kat daha pahalı buldum, bunu da açıkçası yadırgadım. Nedenini anlayabilmiş değilim. The American Book Center standart satış fiyatlarıyla bu genel eğilimin dışına taşmıyor, ama indirim raflarıyla okura bazı avantajlar sağlayabilir, stok genişliği de burada etkili. Yani Amsterdam’ı ziyaret edecekseniz ve belirli miktarda kitap almak istiyorsanız, the American Book Center sizin gönlünüzü hoş tutacaktır. Ancak tüm alışverişinizi burada yapmanızı önermem, nedeni aşağıda.

    Athenaeum Boekhandel

    Athenaeum Boekhandel, the American Book Center’ın hemen karşısında yer alıyor. İngilizce kitap stoğu barındırmasına karşın temelde Hollandaca kitaplar satıyor, gerçi başka dillerde kitap bulmak da olanaklı. Derli toplu, aydınlık ve keyifli bir kitapçı. Hollanda yayıncılığında neler olup bitiyor görmek için elverişli.

    Waterstones

    Waterstones İngiltere’nin en ünlü kitapçı zinciri. Londra’dayken birkaç adımda bir karşımıza çıkıyordu, ayrıca Avrupa’nın en büyük kitapçısının da Londra’daki Waterstones Picadilly olduğu söyleniyor, ki burada da bir fotoğraflı tur gerçekleştirmiştik. Buna ek olarak Waterstones, Londra’nın en eski kitapçısı Hatchards’ın ve Dublin’de bulunan (İlkin’in podcast’imizin ikinci sezonunun dördüncü bölümünde büyük sevgiyle söz ettiği) tarihi kitapçı Hodges Figgis’in de sahibi. Dolayısıyla ticari bir zincir olmakla kalmıyor, tarihsel markaları da marka değerlerini koruyarak kendi zincirine katıyor, böylece Waterstones’dan alışveriş yapmak istemeyen bazı duyarlı tüketiciler tarihsel markalara yönelerek farkında olmaksızın yine Waterstones’dan alışveriş yapmış oluyor. İngiltere ve İrlanda dışındaki iki Waterstones şubesi ise Amsterdam ve Brüksel’de yer alıyor. Waterstones Amsterdam, Londra’dan alışık olduğumuz Waterstones estetiğini taşıyor. The American Book Center’a 5-10 dakikalık yürüme mesafesinde. Büyük sayılabilecek bir kitapçı, özellikle İngiliz yayıncılığında güncel olarak ne olup bittiğini görmek için oldukça işlevsel. Bazı kitapların özel baskılarını bulmak da olanaklı. Ancak, fiyatları burada da oldukça pahalı buldum. Eğer yüklü miktarda alışveriş yapacaksanız bütçe sağlığınız açısından Waterstones’a pek saplanmamak daha anlamlı olabilir.

    The English Bookshop

    Yukarıda tüm alışverişi tek yerden yapmamanızı önerme nedenim, yine the American Book Center’a 5-10 dakikalık yürüme mesafesinde ve şehrin merkezinde yer alan The English Bookshop. Orta büyüklükte bir kitapçı burası, havasında, tasarımında, markasında özellikle kayda değer bir şey yok, stokta daha çok güncel ve yaygın baskıları bulmak olanaklı. Ancak fiyat bakımından yalnızca Amsterdam’daki diğer kitapçılardan değil, örneğin Berlin ve Paris’teki pek çok kitapçıdan da daha uygun. Buna karşın aynı oranda geniş bir seçkiye sahip değil. Eğer aradığınız belirli kitaplar varsa ve bunları The English Bookshop’ta bulabiliyorsanız olasılıkla en ucuz fiyatı da burada bulacaksınız. Gözden kaçırmamakta yarar var.

    Scheltema

    Scheltema, Amsterdam Centraal’a 10 dakika yürüme mesafesinde, saydığım diğer kitapçılardan coğrafi olarak bir miktar uzakta. Burası bir İngilizce kitapçı değil, Hollandaca yayınlar çoğunlukta. Amsterdam’ın en eski kitapçısı, ayrıca oldukça büyük de bir mağaza. Burayı ziyaretimde sosyal medyadan bir kitapçı turu gerçekleştirmedim, çünkü Scheltema, taşıdığı tarihsel ve kültürel değere karşın, görsel kimlik olarak herhangi bir büyük kitapçıdan çok da farklı değil. Şık ve derli toplu, zaman geçirmeye oldukça uygun, İngilizce odaklı olmasa da İngilizce kitap da bulunabilecek, ayrıca küçük ama tatlı bir kafesi de bulunan bir kitapçı. Dolayısıyla eğer büyük bir kitapçı arıyorsanız ancak dil konusunda özel bir duyarlılığınız yoksa, Scheltema’yı da görmenizde yarar olabilir.

    Anne Frank’in Evi

    Amsterdam’daki son durağımız bir kitapçı değil, ancak yazın ve kültür dünyası için önemli bir durak: Anne Frank’in evi. Anne Frank Alman asıllı bir Yahudi, Nazilerin 1933’te iktidarı ele geçirmesiyle Frankfurt’tan Amsterdam’a göçen bir ailenin kızı. Frank ailesi, 1940’ta Hollanda’nın Alman ordusunca işgalinden sonra şiddetlenen Yahudi avından sıyrılabilmek için baba Otto Frank’in sahibi olduğu deponun bir bölümünü gizli bir sığınağa dönüştürüyor ve iki yıl boyunca çalışanların da yardımıyla burada saklanıyor. 1944 yazında yakalanıyor ve toplama kamplarına gönderiliyorlar. Anne Frank 1945 başlarında, Bergen-Belsen Toplama Kampı’nda yaşamını yitiriyor. 1942 ila 1944 arasında tuttuğu günlükse bugünün yazın dünyasının en iyi bilinen yapıtlarından biri. Yalnızca 13 yaşında genç bir kızın tanıklığını içerdiği için değil, aynı zamanda yazınsal duyarlılığı olan genç bir entelektüelin yazma uğraşının çıktısı olduğu için de. Anne Frank’in bugün yaygın olarak okunan günlüğü, bizzat Anne Frank tarafından 1944 yılında günlüklerinden damıtılarak kitaplaştırmayı hedeflediği metin. Anne Frank’in Evi ise, Frank ailesinin iki yıl boyunca yaşadığı, İngilizcede Secret Annex denilen, Türkçeye belki Gizli Müştemilat diye çevirebileceğimiz sığınağın müzeye çevrilmesiyle oluşturulmuş ve onyıllardır Amsterdam’ın en çok turist çeken noktalarından biri olma özelliği taşıyor. Müzenin çıkışında Anne Frank’in Günlüğü’nün çoğu dilden ilk baskıları sergileniyor, Türkçe olarak da 1950’lerde İnsel Kitabevi’nin bastığı “Anne Frank’ın Hatıra Defteri”ne yer verilmiş. Müze mağazasında da pek çok dilden baskılar satılıyor, burada da Epsilon Yayınları’nın hazırladığı güncel Türkçe baskıya yer verilmiş. Oldukça ilginç ve çarpıcı bir yer, tarihe meraklı okurun kaçırmamasında yarar var.

    Paris

    Paris, pek çok şeyin şehri olduğu gibi edebiyatın da şehri. Geçtiğimiz hafta şehri ilk kez ziyaret ettim, hakkında üretilmiş önyargıların aksine, beklediğimden daha sevimli ve derli toplu buldum. Oldukça oylumlu bir tarihi var Paris’in, siyasi ve toplumsal olduğu ölçüde kültürel ve yazınsal olarak da. Dolayısıyla 3-4 gün içinde ziyaret edebildiğim yerlerin Paris’in yazınsal dünyasını kapsamlı olarak kavramaya yetebileceğini hiç sanmıyorum. Yine de, en eski kitapçılarından bazılarını gezebildim. Genel bir bilgi notu olarak, Paris’te İngilizce kitap fiyatlarının, mağazadan mağazaya değişmekle birlikte, Amsterdam’dan daha insaflı olduğunu söyleyebilirim. Fransızca kitaplarsa, baskılarına bağlı olarak, bazen İngilizce kitapların yarı fiyatınaydı.

    Librairie Galignani

    Galignani, kıta Avrupasının ilk İngilizce kitapçısı. Avrupa yazın dünyasının etkili ailelerinden Galignanilerin 1801’de hem kitapçı, hem de kütüphane olarak görev yapacak bir mağaza açmasıyla başlayan öyküsü bugüne dek sürmüş. Geniş, atmosferik, etkileyici bir mağaza. Girişte daha çok Fransızca kitaplar varken, mağazada ilerledikçe yeni çıkan İngilizce yapıtları bulabiliyorsunuz. Ayrıca oldukça eski bir koleksiyona da evsahipliği yapıyor Galignani. Tüm bunlara karşın, Galignani’yi gezerken bir kez daha ayırdına vardığım şu oldu: Fransızlar nedense kitapları oldukça sıkıcı basıyorlar. Bizim ‘cep boy’ diye nitelediğimiz küçük, kağıt kapak kitaplar çoğunlukta. Renkli, göz alıcı, görsel bir savı olan kitaplara pek az rastlıyoruz. Çoğu beyaz, birbirini andıran kapaklara sahip. Bu da kitapçılarda çekilen fotoğrafları tekdüzeleştiriyor, belki mağazaları olduğundan daha ruh sıkıcı gösteriyor. Buna karşın Librairie Galignani, şık bir Avrupa kitapçısı olarak okurda iz bırakmaya aday.

    Seine Kıyısı Kitapçıları, ‘Bouquiniste’ler

    Paris’in yazın dünyasının beklediğimden daha hoş bir yönü, özellikle Notre Dame Katedrali çevresinde ve Seine Nehri kıyısında kümelenen yeşil sandıklı ikinci el tezgahlarıydı. Bunlar nehir kıyısındaki duvarlara sabitlenmiş yeşil sandıklardan kitap, plak, çizim, çizgi roman gibi ürünler satan sokak satıcıları, Fransızcada ‘bouquiniste’ olarak adlandırılıyorlarmış. Kitaplar ikinci el. Bazen sıradan kitaplar, bazense gerçekten değerli, tarihsel nitelik taşıyan kitaplar bulmak işten değil. Benim fotoğrafladığım bir bouquiniste, özel olarak gastronomi kitapları satıyordu. Hatta onlarca yılın Michelin rehberini gayet şık biçimde dizmişti. Paris’in ünlü noktalarının birinden birine yürüyecekseniz bu tezgahları görmemeniz güç, ancak alışveriş yapmayı düşünüyorsanız olabildiğince fazlasını uzun uzadıya gezmenizi öneririm. Çünkü 2-3 euro gibi paralara güzel kitaplar almak olanaklı olabilir. Özellikle 19 ve 20. yüzyıl tarihlerine ilişkin kitapların benim gezdiğim tezgahlarda daha yaygın olduğunu gördüm. Kitapların ezici çoğunluğu Fransızca, ancak İngilizce ve hatta Türkçe kitaplarla da karşılaşabilirsiniz.

    Gibert Joseph

    Gibert Joseph, Paris’in en büyük kitapçısı. Tıpkı Scheltema gibi, İngilizce kitap satmak gibi bir savı yok. Ancak Scheltema’nın aksine tarihsel bir değer taşımadığı gibi, mağazanın estetiği bakımından pek hoş bir yer değil. Buna Fransızların şaşırtıcı ölçüde estetik yoksunu kitap basma alışkanlıklarını eklerseniz, Gibert Joseph’in hele de Fransızca konuşmayan bir okur için görsel anlamda kalabalık bir Kızılay kitapçısından çok farklı olmadığını belirtmemi anlayışla karşılarsınız sanıyorum. Bu nedenle burada bir kitapçı turu gerçekleştirmedim, açıkçası burayı ziyaret ettiğim için pek hoşnut da değilim.

    Compagnie

    Sorbonne yakınlarında bulunan Librairie Compagnie’ye bilinçli olarak gitmedim, denk geldim aslında. Gibert Joseph deneyimimden sonra özel bir kültürel-tarihsel önem taşımayan kitapçıların ilgi çekici ve estetik olarak uyarıcı bir değer taşıyabileceğinden ümidi kesmiştim. Compagnie beni hızlı biçimde bu yanılgımdan kurtardı. Güncel yayınlara yer veren, geniş bir seçkiye sahip, oldukça da şık tasarlanmış bir kitapçı bu. Çocukluğumda Ankara’da yer yer rastlayabildiğim, herhangi bir marka zincirinin parçası olmayan, şık kitapçıları anımsattı. Compagnie’nin seçkisi oldukça geniş, ayrıca dünya yazınına belirli raflar ayrılmış, Rus yazını, Alman yazını, Asya yazını gibi. Türk yazınına ayrı bir raf ayrılmaması Fransa’da Türk yazınının yeterince bilinmemesinden mi, yoksa Compagnie’nin ilgisizliğinden mi, bilemiyorum. Ancak Ahmet Altan, Hakan Günday ve Orhan Pamuk gibi yazarların kitaplarıyla raflarda karşılaştım. Fransızca okuyan okur için Compagnie’nin iyi bir durak olacağını sanıyorum, ayrıca Paris’in en eski kitapçısı Librairie Delamain’le de aynı marka şemsiyesi altında.  

    Shakespeare and Company

    Shakespeare and Company, Paris’in en ünlü İngilizce kitapçısı. Notre Dame Katedrali’nin yanı başında, 1951’de kurulmuş ve bugün kültürel öneminden hiçbir şey yitirmemiş bir marka. 1919’da Sylvia Beach’in kurduğu, 1941’de kapanan Shakespeare and Company’nin ruhani ardılı olma görevini üstlenmiş, İngilizce konuşan dünyanın önde gelen kültür insanlarını mağazada kalmaya (basbayağı geceleri mağazada uyumaya) davet eden, İngilizce yazının ve uluslararası kültürün Paris’teki kesişim noktası olma niteliği taşıyan bir kurum. İki bölümlü bir kitapçı burası: Birincisi güncel baskılar satan, labirentvari, oldukça ruh sahibi ana mağaza. İkincisi de sahaf bölümü. Burada görece yeni kitapların ikinci ellerini bulmak da, oldukça eski, ciltli kitapları görmek de olanaklı. Her iki bölümde de fotoğraf çekmek yasak. Ancak sahaf bölümünde, görevlinin incelik göstermesi dolayısıyla, bir fotoğraf çekebildim.

    Alışveriş yapmayı düşünün ya da düşünmeyin, Paris’i ziyaret eden bir okur olarak Shakespeare and Company’yi atlamayın derim. Bir kitapçının hem marka değeriyle, hem mimari özellikleriyle, hem üstlendiği kültürel görevle ne ölçüde etkili olabileceğinin oldukça göze çarpan bir örneği burası.

    Smith & Son

    Smith & Son da özellikle kurgu alanında geniş seçkiye sahip bir İngilizce kitapçı. Rue de Rivoli’de yer alıyor, erişilebilir, aydınlık ve sevimli bir mağaza. Burası da özel olarak aradığım bir yer değildi, denk geldim, ancak seçkisini ve fiyatlarını makul buldum. Üst katta bir kafesi de var, Kral 3. Charles’ın portresine bakarak kahve içmek gibi meraklarınız varsa bu kafede gidermeniz olanaklı.

    The Abbey Bookshop

    The Abbey Bookshop, yaşamımda gördüğüm en etkileyici, aynı zamanda en klostrofobik sahaflardan biri. Oldukça geniş bir ikinci el kitap seçkisi var, dükkanın mümkün olan her santimetrekaresine kitap yerleştirilmiş. Raflar arasında hareket etmeyi oldukça güç buldum, bunun bir nedeni fiziksel sıkışmışlık duygusu, ikinci nedeni de sürekli insanın gözüne ilginç bir kitabın çarpması. Eğer Paris’e kitap alışverişi için geliyorsanız the Abbey Bookshop önemli ölçüde yükünüzü kaldırır.

    San Francisco Book Company

    Paris’in İngilizce sahaf çeşitliliği beni şaşırttı. The Abbey Bookshop’tan sonra San Francisco Book Company de çok geniş bir ikinci el İngilizce kitap seçkisine makul fiyatlarla ulaşabileceğiniz bir mağaza. Stok bakımından da, mimari açıdan da the Abbey Bookshop ölçüsünde etkileyici değil, ancak özellikle Amerikalıların ‘mass market paperback’ dedikleri, bizim ‘cep boy’ deyip geçtiğimiz türden küçük baskılı kitaplarda gayet geniş bir seçkileri var, hem kurgu, hem kurgudışı alanlarında. Buna ek olarak vitrinde değerli bazı baskılar var, fiyatları da buna göre tabii. Eğer hasbelkader Paris’e bir sırt çantasıyla değil de bir valizle gitmiş olsaydım, saydığım son iki kitapçının stoğunda gözle görülür bir eksilme yaşanabilirdi.

    Librairie Delamain

    Delamain sanırım yaşamım boyunca ziyaret ettiğim en eski kitapçı. Louvre’a beş dakika yürüme mesafesinde, Comedie-Française’in hemen karşısında. İlk kuruluş yılı 1710, bugünkü yerine de yanılmıyorsam 1906’da taşınmış. Tabii, ziyaret ettiğim en eski kitapçı derken, mağazanın kendisinden değil, markadan söz ediyorum, zaten Delamain’in havası da hiç eski, köhne bir hava değil. Olağan standartlara göre küçük, Paris kitapçıları ölçeğinde ise orta büyüklükte bir mağaza Delamain, sevimli ve erişilebilir ayrıca. İngilizce kitap seçkisi oldukça sınırlı. Buna karşın Fransızca olarak bazı özel baskı kitaplara denk gelmek olanaklı, örneğin ciltli ve renkli bir Yüzyıllık Yalnızlık baskısı gördüm, az kalsın Fransızların sıkıcı baskı alışkanlıklarına ilişkin görüşüm değişecekti. Ayrıca sanat kitapları ve prestij baskılar da yaygın olarak yer bulmuş, bu da Delamain’in raflarındaki görsel tekdüzeliği bir ölçüde kırıyor. Belirli raflarda antika değeri taşıyan kitaplara yer verilmiş, ki mağazanın tarihsel değerini sezdiren başlıca şey de zaten bu. Delamain, bunlara ek olarak, Paris’te kitap alışverişi yaptığım tek yer oldu. Görevlinin yardımıyla, Paris’e inişimin ardından birkaç sözcük Fransızca anladığım için şımarmam sonucunda kendimi yeterince zorlarsam okuyabileceğime inandığım bir Le Petit Nicolas kitabı aldım. Eski kuşaklar daha iyi bilir, Le Petit Nicolas serisi Türkiye’de Can Yayınları tarafından ‘Pıtırcık’ adıyla basılıyor ve az buz popüler değil. Belki tarihi önemi dolayısıyla, Delamain’den bir süre ayrılamadım. Mağazadan çıkıp geri dönüp, görevliye “Burası gerçekten Paris’in en eski kitapçısı mı?” diye sordum. “Kesinlikle öyle!” dedi.

    Amsterdam ve Paris’teki okur duraklarımı böylece sonlandırmış oldum. Bunların çoğunu sosyal medyadan anlık olarak paylaşmıştım, her zaman olduğu gibi burada da bu paylaşımlara gelen ilgi insanı hem mutlu ediyor, hem motive ediyor. Bu yüzden bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Bazılarını paylaşmamıştım, bu dosyada bunları da ayrıntılandırma olanağı buldum.

    Bu tür kitapçı turları ve yazın odaklı geziler, insan gezi havasındayken daha iyi ve daha sık yapılabiliyor. Günlük yaşamın rutini içinde çıkıp bir kitapçı turu yapmak her zaman insanın aklına gelmiyor. Dolayısıyla benzer şeyler aslında Ankara’da ve İstanbul’da da daha kapsamlı yapılabilir, böylece bizim şehirlerimizin yazınsal dokusu da daha belirgin biçimde göz önüne çıkarılabilir. İlerleyen aşamalarda bu yönde çalışmalar da yapmak isteriz.

    Tabii, yineleyecek olursam, bu durakların, gezilerin, Hollanda ve Fransa’nın yazın dünyasını tanımak için yeterli olduğunu öne sürmek gülünç olur. Ama ufkumuzu genişletmek için olabildiğince çok olanağı zorlamakta yarar var, bu ziyaretlerin benim kişisel ve yazınsal ufkumu genişlettiğini sanıyorum. Yazının temel özelliklerinden ve değerlerinden birinin zaten insanın ufkunu genişletmek olduğuna inanıyorum, dolayısıyla bu girişimimin bir bölümünü sizinle paylaşabilmiş olmaya da büyük değer veriyorum.

  • Söyleşi: Algan Sezgintüredi ve Mesut Demirbilek

    Söyleşi: Algan Sezgintüredi ve Mesut Demirbilek

    Söyleşi:
    Özge İpek Esen

    Algan Sezgintüredi ve Mesut Demirbilek’le, ilk kitabıyla büyük ilgi çeken Kavgaz serisinin ikinci kitabı Kavgaz: Pilot üzerine konuştuk.

    Mutlu Kavgaz’ı bu kitapta daha farklı biri olarak gördük. Spoiler olmasın diye daha fazla bahsetmeyeceğim tabii. Kavgaz’ın bu değişimi kurgusal bir dönüşüm mü, yoksa esinlendiğiniz gerçek olaylara mı dayanıyor? Ve tabii, bu kitaptaki Mutlu Kavgaz’la Mesut Demirbilek arasındaki benzerlikler-farklılıklar nelerdir, merak ediyoruz.

    Algan Sezgintüredi: Hem o hem diğeri. Kavgaz nihayetinde gerçeğe dayanan bir kurgu karakter. Kahramanın dönüşmesi kurgunun klasik unsurlarından; gerçek hayatta herkes dönüşmüyor, kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur, denebilir ama gerçek hayatta herkes, en azından hikâyesi anlatılmaya değecek ölçüde kahraman mı, onu düşünmek lazım. Mutlu Kavgaz ne kadar Mesut Demirbilek, onu Mesut söylesin bence.

    Mesut Demirbilek: Aslında genel ortalamaya bakarsak yarı yarıya olduğunu söyleyebiliriz. Zaten tam olarak Mesut Demirbilek olsaydı o zaman bu bir biyografi kitabı olurdu. Meslek hayatımı ve yaşadığım olayları anlatan Onur Akhan`la birlikte kalem aldığımız polisiye söyleşi kitaplarımız “Cinayet Sohbetleri” ve “Hepimiz Katiliz”den ayrıldığı yer de burası… Esinlendiğimiz olaylar ve o döneme ait yaşanmışlıklar gerçeklere dayanırken diğer taraftan yine o dönemin şartlarına uygun olarak Algan`ın usta kurgusuyla okurun karşısına çıkıyor.

    Kitapta siyasi arka plana da sıklıkla değiniyorsunuz. Acaba seri ilerledikçe siyasi arka planın yoğunluğu artar mı? Çünkü önümüzdeki kitaplarda Türkiye’nin siyasi cinayetlerle sarsıldığı bir döneme gireceksiniz.

    Algan Sezgintüredi: Kavgaz’ın maceralarını yazarken amacımız, moda deyişle “yargı dağıtmak” değil, olayların yaşandığı dönemi, arka planı mümkün mertebe tarafsız göstermek. Arka plan diyorum çünkü nihayetinde belgesel veya biyografi değil, polisiye roman yazıyoruz. Neyi, ne kadar işleyeceğimizin birinci ölçütü bu.

    Mesut Demirbilek: Algan’a katılıyorum; amacımız o dönemi bir belgesel gibi anlatmak veya yargılamak değil. O günün şartları ve penceresi ne gösteriyorsa onu veriyoruz. Bana göre cinayet cinayettir, sadece motivasyonları ve işleniş şekilleri değişir. Bu nedenle hikayede anlatılan bir olay siyasi bir motivasyonu olsa bile kitabımızda bir polisiye çizgisinde kalmaya devam edecektir.

    Kavgaz serisinin gerçek birtakım olaylara da dayanması hasebiyle merak ettim, kitaba polis okurlardan olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüt oldu mu? Aynı zamanda genel okur tepkisini de sormuş olalım? Memnun musunuz ilgiden, tepkilerden?

    Algan Sezgintüredi: Polis okurların tepkilerini Mesut’a bırakarak genele dair hissimi söyleyeyim: ilk kitabımız Kavgaz-Çantacı tepki alma hızı ve satış açılarından benim en başarılı kitabım oldu. Olumlu yorum ve tepkiler olumsuzları epey aştı. İlaveten Kitap Dergisi’nin on küsur senedir verdiği Yılın Telif Polisiye Romanı ödülüne layık bulundu. Bu açılardan memnunum. Kavgaz-Pilot daha yeni, bir şey söylemek için erken bence.

    Mesut Demirbilek: Okurlarımız Algan’ın da dediği gibi daha ilk kitabımızda Mutlu Kavgaz’a gerekli krediyi verdiler ve sadece onu değil, içindeki başka karakterleri de sevmeye başladılar. İlk kitabımız Kavgaz – Çantacı`ya bir yıldan bu yana çok güzel tepkiler geliyor ve Kavgaz – Pilot ile de bir devam kitabı olarak aynı güzel tepkileri aldığımızı düşünüyorum.

    Bu kitapta LGBTİ+ konusuna da yoğun biçimde yer vermişsiniz. Hatta konuyla pek ilgilenmeyen okuru çok temel bazı meselelerde eğitecek pasajlar da var. Bu kadar gündemde olmasıyla bir ilgisi var mı bu konuyu ele almanızın?

    Algan Sezgintüredi: Pilot’un ikinci kitap olacağını en baştan, beş sene öncesinden biliyorduk; dolayısıyla LGBTİ+ gündemi olsun olmasın ikinci kitap Pilot olacaktı. Ama bahsettiğiniz temel meselelere eğilen pasajların varlığında evet, gündemin elbette payı var.

    Mesut Demirbilek: Tekrar ifade etmek istiyorum, bu bir polisiye roman ve o günün şartlarındaki yaşanan gerçek olaylara dayanıyor. Söz konusu olay o dönemin en gündem yaratan olaylarından biriydi ve Mutlu Kavgaz’ın da meslek hayatının dönüm noktalarından biri olduğu için bu hikayeyi almamak olmazdı.

    Bu kitapta birinci kitaba göre emniyetin iç işleyişine daha mı fazla değinildi?

    Algan Sezgintüredi: Polis teşkilatının iç işleyişi, dinamikler, vesaire, Kavgaz’ın tarzı olan polisiye alt-türü prosedürel polisiyenin olmazsa olmazı. İkinci kitapta daha fazla mı değindik, öyle gerektiğindendir. Kim bilir, sonrakilerde daha az görürüz belki.

    Mesut Demirbilek: Doğal olarak değiniyoruz çünkü prosedürel bir polisiye tarzı yaratmak istiyoruz. Bu nedenle o günün şartlarındaki polisin süreçlerini anlatıyoruz. Eğer kitabımız bir adli bilim uzmanının yaşadıklarını baz alsaydı bu durumda yine o günün şartlarındaki otopsileri veya diğer adli inceleme süreçlerini hikayenin içinde yansıtıyor olacaktık.

    Her yıl bir Kavgaz kitabı görebilecek miyiz peki?

    Algan Sezgintüredi: Amaç o ama malum, hayat planlarımıza bakarak işlemiyor. Sadece bana kalsa yılda iki Kavgaz romanı yazıp çıkarmak isterdim. Ama geçinme bağlamında ikimiz de başka işlerle meşgulüz, dolayısıyla zaman sıkıntımız var. İlaveten dünya ve ülke şartları da elbette devrede.

    Mesut Demirbilek: Şu anki planımız Mutlu Kavgaz’ı bir gün “emekli” edene kadar serisine devam etmek. Bu da 1987 ile 2005 yılları arasındaki dönemde yaşadıklarını ve o dönemde yaşananları anlatmak demek. 9 kitaplık bir seri olmasını düşünüyoruz, bu nedenle eğer yapabilirsek yılda en az bir hatta iki kitabı çıkarıp okuyucularımızla buluşturmak hedefimiz. 

    İlk röportajımızda kitabın nasıl yazıldığı, yayımlandığına ilişkin kapsamlı sorular sormuştuk. Süreç yine aynı şekilde mi işliyor? Bu kitapta iki yazarlı bir iş yapmanın farklı boyutlarıyla yüzleştiniz mi?

    Algan Sezgintüredi: Süreç aynı, evet. Farklı bir boyutla henüz karşılaşmadık ama daha ikinci kitaptayız. İstediğimizi yapabilirsek başka şeyler olabilir tabii.

    Mesut Demirbilek: İlk kitaptaki tecrübelerimizden tabii ki faydalandık ama serinin “algoritması da” oluşmaya başladıkça hikayelerimizi ve kurguları daha somut bir şekilde kullanmaya başladık. Yeni kitaplarımız çıktıkça da yaratılan tarz ve dil de yeni boyutlar kazanmaya devam edecektir.

    Serinin bu ikinci kitabında kapağın grafik dilinin değiştiğini görüyoruz. Bunun özel bir nedeni var mı, seri ilerledikçe kapaklar kendi içinde bütünlüklü bir görsel kimliğe kavuşacak mı?  

    Algan Sezgintüredi: Hoş bir tesadüf oldu, siz bunu sorarken Kavgaz: Çantacı’nın üçüncü baskısı yeni, Kavgaz: Pilot’la uyumlu bir kapakla çıktı. Dolayısıyla evet, elbette seri mantığına uygun kapaklar olacaktır. Ama esasen yayınevinin tasarrufunda bunlar.

    Mesut Demirbilek: Evet, grafik dilinde de değişikliğe gidildi. Çünkü bir dönem romanı yazıldığı için bazı figürlerin okuyucunun zihninde gerekli etkiyi bırakmasını ve okuduklarıyla kapak arasında bir bağlantı kurmasını istiyoruz.

    Çok teşekkür ederiz.

  • Karsız geçen bir kışın kar dolu kitapları

    Karsız geçen bir kışın kar dolu kitapları

    Kış mevsiminin sonlarına yaklaşırken şu an bu listeyi hazırladığımız İstanbul’da sıcaklık, mevsim normallerinin üstünde seyrediyor. Aslına bakarsanız sadece bugünlerde değil genel olarak İstanbul’da oldukça sıcak bir kış geçirdik ve geçiriyoruz.

    Eğer karlı havalara özlem duyuyorsanız, sanıyoruz bu durum sizi pek mutlu etmemiştir. İşte bu nedenle bu kış karla pek yolu kesişmemiş ancak karla kaplı manzaralara özlem duyanlar için kar dolu kitaplardan bir liste yapmak istedik. Keyifli okumalar!

    Kış
    Ali Smith
    Çeviren: Seda Çıngay Mellor
    Kafka Kitap

    Ali Smith’in artık edebiyat dünyasında bir klasiğe dönmüş Mevsim Dörtlemesi kitaplarından Kış ile başlamamak olmaz. Serinin ikinci kitabı olan kış, adını aldığı mevsimin özelliklerini kesinlikle taşıyor. Birbirinden uzaklaşan ve yabancılaşan bir ailenin fertlerini bir eve topluyor, onlara adeta sert ve haşin geçen kışları andıran bir buluşma yaşatıyor. Kitap ikili ilişkilerden toplumsal meselelere birçok meseleyi şiirsel bir tonda ele alıyor. Kış bitmeden okunacak kitapların başında Kış’ın geldiğini söylemek yanlış olmaz.

    Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum
    Iain Reid
    Çeviren: Begüm Kovulmaz
    Hep Kitap

    Daha az bilinen karlı kitaplar arasında belki de ilk sırada Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum geliyor. Kitabı okurken üşüdüğünüzü hissetmemek mümkün değil, hem betimlemeler hem de metnin kendisi okurun içini ürpertiyor, neredeyse kemiklerini titretiyor. Bir kadının erkek arkadaşının ailesini ziyaret etmek için çıktığı yolda bir yandan ilişkilerini bitirmeyi düşünmesinden itibaren, gerçeklik ve hayal arasındaki çizginin gittikçe bulanıklaşmasını okuduğumuz bu kitap bizce ileride kış klasikleri arasında yerini alacak.

    Karanlığın Sol Eli
    Ursula K. Le Guin
    Çeviren: Ümit Altuğ
    Ayrıntı Yayınları

    Karanlığın Sol Eli karlı bir kış gününde geçmiyor olsa da Kış adlı başka bir gezegende geçiyor olması sebebiyle bu listede haklı yerini aldı. Asla bitmeyen bir kış mevsiminde yaşayan Kış gezegeninin çift cinsiyetli halkını okuyoruz. Mevsimsel olarak cinsiyet değiştiren bu halk için cinsiyet, cinsel kimlik gibi kavramlar herhangi bir şey ifade etmiyor ancak başka bir gezegenden gelen erkek elçi, en az soğukla mücadele ettiği kadar buradaki düzenle de kafasında mücadele halinde. Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’da olduğu gibi kışın ortasında çıkılan bir yolculuğun bir tür çözülmeye yol açtığı bu kitabı da kış bitmeden listenize almanızda fayda var.

    Medyum
    Stephen King
    Çeviren: Mehmet Harmancı
    Altın Kitaplar

    Karlı kitapların en ünlülerinden ve en çarpıcılarından biri de Medyum (The Shining). Artık edebiyatın klasik uzamlarından biri haline gelmiş Overlook Oteli’nin kış bekçisi Jack Torrance ve ailesinin başından geçen, bugün hala Stephen King’in en etkileyici kitapları arasında yer alan The Shining’i de bu listede hatırlatmakta fayda var, çünkü soğuk, yalnızlık ve yalıtılmışlık içindeki karakterleri odağa alan bu kitap tam bir kış kitabı. Yine de, eğer korku yazınına alışkın değilseniz, belki okumak için kış akşamlarındansa sabahlarını tercih etmeniz iyi olabilir.

    At Çalmaya Gidiyoruz
    Per Petterson
    Çeviren: Deniz Canefe

    Metis Yayınları

    Karlı bir kışın duru ve büyüleyici güzelliğine kapılmak için çok uygun bir kitap At Çalmaya Gidiyoruz. Norveç ormanlarında inzivaya çekilen Trond’un ilk gençlik anılarına, heyecanlarına, o zamanki arkadaşlıklarına şahit oluyoruz. Karlar içindeki bir ormanda yeni kesilmiş ağaç tomruklarının nehirde sürüklenmesi gibi, kitabı okurken her cümlede kendi düşüncelerinize, hislerinize anılarınıza sürükleneceksiniz.

    Ateş Yakmak
    Jack London
    Çeviren: Levent Cinemre
    Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

    Ateş Yakmak, bir oturuşta okunabilecek, insanda bir yazınsal doyumun yanı sıra bir huzursuzluk duygusu da bırakabilecek bir kitap. İş Bankası Kültür Yayınları’nın geçtiğimiz yıllarda okura sunduğu baskı, Ateş Yakmak adlı öykünün, aralarında 14 yıllık bir boşluk olan iki biçimini içeriyor. Buzlu Kuzey topraklarında bir anda suya batan ana karakter, kendini kurutmak ve hayatta kalmak için bir ateş yakmak zorundadır. Edebiyatın temel çekişmelerinden olan doğa-insan mücadelesini Ateş Yakmak kadar özlü taşıyan pek az kitap vardır sanıyoruz.

  • 90’lar karanlığına verdiğimiz yeni bir kurban: 995 km

    90’lar karanlığına verdiğimiz yeni bir kurban: 995 km

    Can Güçlü
    Özge İpek Esen

    995 km, deneyimli Murathan Mungan okurlarına göre Mungan’ın alışılageldik tarzının dışına çıktığı, ilginç bir roman. Giriştiği iş oldukça büyük, ancak başarılı ve başarısız olduğu alanlar var. Biz de Mungan’ın bu deneyselliğinden yararlanarak yeni bir iş yapıyor ve ilk kez bir incelemeyi Altı Üstü Kitap ekibinden iki kişi olarak yazıyoruz. Kitapla ilgili o ya da bu biçimde kabul etmemiz gereken ilk şey şu: 995 km, Mungan’ın bu girişimini ve 90’lı yılların karanlık yönlerini gündeme getirmekte başarılı. Bu inceleme, bir anlamda, kitabı okuduktan sonra ister istemez kendi aramızda konuşup durduğumuz şeylerin yazıya dökülmesine dayanıyor.

    995 km, 1990’larda Güneydoğu’da işlenen faili meçhullerin, diğer bir deyişle türlü güç odaklarınca örtbas edilmiş cinayetlerin romanı, ya da çıkış noktası burası. ‘Cihadın Askerleri’ adlı radikal dinci bir örgütün, aynı zamanda devlet içine çöreklenmiş bir güç odağıyla eşgüdümlü olarak bölgenin ileri gelenlerinden birini öldürmesiyle açılıyor. Örgüt ve kişi adlarına ek olarak belirli olaylar, dönemi ne denli iyi tanıdığınız ölçüsünde gerçek adlara ve olaylara karşılık geliyor. Bazılarını saptamakta güçlük çekmezken döneme ilişkin pek bir şey bilmiyorsanız bazılarının tam neye karşılık geldiğini ayırt etmekte zorlanabilirsiniz.

    Ana karakter, kendini Allah yolunda can almaya adamış dinci bir tetikçi. ‘Cihadın Askerleri’ örgütünün çekirdekten yetişme bir müridi. Mungan’ın anlatısı kitabın ilk ve asıl bölümünde katili izliyor, romanı tam olarak onun gözünden yazmasa da okura onunla ilgili önemli bir kavrayış sağlıyor. Dinci bir tetikçinin hangi toplumsal yapılardan çıkabileceğini, herkesin birbirini sırtından vurduğu bir kurtlar sofrasında kendini nasıl var edebildiğini, neye değer verip vermediğini, benzer tür ve yönelimde sayılabilecek romanlardan daha ayrıntılı biçimde işliyor. Ana karakterin, önemli bir cinayet işledikten sonra devlet içinde çalışan yarı istihbari bir düzensiz savaş örgütünün -Mungan bunu JEM diye adlandırmış- eliyle bölgeden kaçırılıp 995 km’lik bir yolculuğa çıktığına, yolda türlü kişilerle karşılaştığına ve dönemin ruhuna ilişkin belirli kesitlerle temasa geçtiğine tanık oluyoruz.

    İkinci bölümde ise bölgeyle ilgilenen birtakım genç gazetecilerin tanıklıklarını, bir ölçüde de ilk bölümde yaşananlarla ilgili değerlendirmelerini okuyoruz. İkinci bölüm kadrajı katilin omuzlarından çekiyor ve dönemin bazı gruplarının kendi iç tartışmalarına yöneltiyor.

    Mungan, aslında 90’ların karanlık ve çapraşık güvenlik politikaları ortamına yazınsal bir pencere açmayı hedefliyor. Her biri birbirinden karanlık ve kuşkulu karakterlerin bir tür resmi geçidi bu. Bazısının kim olduğu, ne amaçladığı, dönemin içinde nasıl bir konumda yer aldığı rahatça saptanabiliyor. Bazısı ise büyük bir gizem perdesiyle örtülü.

    Tüm bunları alt alta dizdiğiniz zaman, belirli karakterlerin ete kemiğe büründürülmesi ve bir atmosferin canlandırılması bağlamında, 995 km başarılı bir kitap. Okuru, özellikle de o günleri yaşamış kuşakları alıp o atmosfere taşımakta, belki yaygın olarak kabul gören bakış açılarının dışına çağırmakta başarıya ulaştığı anlaşılıyor.

    Ancak şu temel soruda düğümleniyoruz: Bir romanın başat niteliği ve görevi bu olabilir mi? Hele ki kendisini ‘polisiye’ olarak tanımlayan bir romanın?

    Asıl açmaz, yaratılan atmosferin ve karakterlerin, kitabın kendi ayakları üzerinde durmasına yetecek bir öykü ve kurgu içinde seferber edilememesinden ileri geliyor. Belki karşı çıkanlar olacaktır, ancak yukarıda karakterleri ve ortamı özetlerken kullandığımız sözcükler, aslında kitabın öyküsünü de bize büyük oranda özetletiyor. Yani bazı karakterler ve bunların iç-dış tartışmaları dışında kitapta kapsamlı bir öykü yok. Bir katilin yolculuğu ve inançları, bazı gazetecilerin ve derin devlet odaklarının tartışmaları.

    Üstelik ana karakter olan katil de, kitabın ilk bölümü bir bakıma onun gözünden yazılmış olmasına karşın, tek boyutlu bir biçimde veriliyor. Böyle bir katilin sosyolojik olarak nasıl doğduğu, nasıl bu yola girdiği, eğer bir çatışma yaşıyorsa bunları nasıl değerlendirdiği, nasıl üstesinden geldiği veya gelemediği yeterince derinleştirilmiyor, pek bir yere de bağlanmıyor. Katilin yaşadıklarına ilişkin okurda bir empati duygusu yaratmıyor. Ana karakteri derinleştirmek adına yapılan tek şey onun kendini nasıl da özel hissettiğinin hep aynı olgudan hareketle ve aynı cümlelerle ifade edilmesi. Ancak bu da karakteri derinleştirmekten ziyade okurda bir tekrar hissi yaratıyor. Bu vurgu amacına ulaşmıyor.

    Ardından, apansız bir final. Özellikle ikinci bölümde tanıştığımız karakterlerin öyküleri yarım kalıyor, gördüğümüz karanlık ortamın ve çıkar odaklarının nereden gelip nereye gittiğini görmüyoruz. İkinci bölümde yazar merak unsurunu daha çok artırmaya çalışarak, henüz birkaç sayfa önce tanıdığımız gazeteci Rojda’nın kayboluşuna değiniyor, ancak sonuyla ilgili okura bilgi vermiyor. Fakat karakterin derinleştirilememesinden dolayı Rojda’nın bu öykü içindeki özgüllüğünü anlayamıyoruz. Beş sayfa önce tanıdığımız Rojda’nın kaybolması okur için üçüncü sayfa haberlerindeki gibi, sadece bir haber değeri taşıyor. Diyebiliriz ki son sayfalara dek yeni sorular sormayı bırakmayan Mungan soru yanıtlama işini ise kitabın ilk sayfalarında bırakıyor. Verdiği söyleşilerde bunun bilinçli bir seçim olduğunu, boşlukları okurun doldurması gerektiğini belirtiyor. Üstelik somut yanıtlar bekleyen okuru da üstü kapalı biçimde tembellikle suçluyor. Belirli karakterler ve bir atmosferle yetinmek, ya da kitabın ağırlığını bu iki öğeye taşıtmak belki bir öykü derlemesinde daha iyi işleyebilirdi, ancak kendini polisiye olarak tanımlayan bir romanda daha güçlü bir öykü ve kurgu bekleyen okur bunlardan yoksun kalıyor.

    Elbette suç yazınının ancak belirli kalıplar içinde başarılı olacağını öne sürecek denli sağduyudan yüz çevirmiş kişiler değiliz. Ancak birtakım genelgeçer kalıplar da bu türün belirleyici özellikleri arasında. Örneğin soru soruyorsanız, yanıtlasanız iyi olur. Ya da yanıtlamayışınızı kitap içinde, yazınsal değeri yüksek bir formülle okura yansıtmayı yeğleyebilirsiniz. Eğer bir olay örgüsüne başlıyorsanız ve yarım kalması öykü için başlı başına bir değer taşımıyorsa, o örgüyü bir yere bağlamanız beklenir. Yarattığınız düğümleri çözmeniz, bir yüzleşme yaratmanız, böylece öyküyü çözüme ulaştırmanız beklenir. Bir gizem öğesinden yararlanıyorsanız, bu gizem öğesini sonuçlandırmanız, ya da sonuçlandırmayışınızı romanın kendi mantığı içinde bir zemine oturtmanız türün alışıldık tavırları arasındadır. Örnekler çoğaltılabilir. Mungan’ın olay örgüsü ve öyküsü atmosfer ve karakterin gölgesi altında kaldığı için, yarattığı gizem ve gerilim öğeleri vurucu bir noktaya bağlanmıyor. Bunun sonucu olarak, romanı sürükleyecek bir gizem duygusunun eksikliğini çekiyoruz. Çünkü ana karakter etrafında örülen gizem, karakterin kitabın sonunda ansızın ortadan kalkmasıyla boşlukta kalıyor.

    Sürekli yeni karakterler tanıyoruz, ama bu karakterleri örneğin neden başka bir romanda değil de bu romanda görüyoruz, olay örgüsü ve öykü için önemleri nedir, pek belli değil. Olay örgüsüne ve finale hiçbir etkileri yok. Ya da olduğunu varsaymak okura bırakılıyor.

    Dolayısıyla atmosferik ve deneysel bir siyasi gerilim olarak dikkate değer sayılabilecek olan 995 km, bir suç yazını yapıtı olarak alışılageldik kalıpların dışında kalıyor.

    O halde 995 km neyi yapıyor, neyi yapamıyor? Birincisi, bir dönemin karanlık ve şaibeli atmosferini belirli bir başarıyla yansıtıyor. İkincisi, gerçek kişi, örgüt ve olaylara pek çok göndermede bulunuyor. Üçüncüsü, iyi bir araştırmanın ürünü olduğuna kuşku yok. Dönemi iyi bilmeyen okurun yakalaması güç, ancak Mungan’ın belli ki iyi çalıştığı pek çok gönderme var. Bunların Türkiye’nin bugünkü siyasi ortamıyla yakından ilintili olduğu da apaçık. Dolayısıyla 995 km toplumsal savı olan bir roman.

    Ancak ne yazık ki bu savın altı önemli ölçüde boş. Çünkü roman, bir roman olarak kendi ayakları üzerinde duramıyor. Benzerlerinden iyi bir dili olsa ve bazı karakterleri aslında daha büyük potansiyele sahip olsa da, kitap bir polisiyeden beklenecek öykü ve kurguyla bir soru-yanıt, sorun-çözüm dengesine oturtulmamış. Dolayısıyla bildiğimiz anlamıyla bir öykü yok. Böyle olunca sonuç da yok; sözünü ettiğimiz toplumsal savın varlığı sezinleniyor, ama ne olduğu anlaşılamıyor.

    Denebilir ki Mungan, Türk gerilim yazınında çoğu kez aşılamayan bir hendeğe saplanmış: Romanını gerçek olaylara yazdırmış. Haliyle neyin toplumsal, neyin kurgusal, neyin sanatsal ve neyin somut olduğu soruları arasındaki sınırlar büsbütün belirsizleşmiş. Kitabın sorunları kitabın kurgusal çerçevesi içinde çözülmüyor. Okura da bazı sorular ve bir huzursuzluk duygusundan başka bir şey kalmıyor.

    995 km, iyi bir kurgudışı araştırmanın mutlaka iyi bir kurgusal sonuç yaratmayacağının çok iyi bir örneği. Kurgunun ve kurgudışının kendi içinde, kendine özgü dinamikler ve bazı yapısal kurallar taşımasının bir nedeni var. Ayrıksı örnekler ve sınırları belirsizleştiren muhteşem yapıtlar yok değil, ancak iyi bir kurgusal yapıttan aşağı yukarı ne bekleneceği belli olduğu gibi, bir kurgudışı yapıtı neyin iyi, neyin kötü kılacağı da belli. Özetle, iyi kurgusal yapıttan iyi dil, iyi karakter, iyi öykü gibi şeyler beklersiniz. İyi kurgudışı yapıttansa iyi araştırma sorusu, iyi sav, iyi araştırma, iyi bağlamlandırma, iyi sonuçlandırma gibi nitelikler beklersiniz. İkisini birbirine karıştırıp, ikisinin de nimetlerinden yararlanmaya çalışıp, ikisinin de belirli gerekliliklerinden -o ya da bu nedenle- kaçındığınız zaman, ortaya 995 km gibi, genel olarak iyi yazılmış da olsa bir roman olarak kendi sınırları içinde kendi kimliğini taşıyamayan, buna ek olarak gerçek olaylarla ilgili kapsamlı bir bilimsel altyapı da yaratamayacak, iki arada bir derede kitaplar çıkıyor. Çünkü kitabı yazınsal olarak eleştirmek olanaklı olmasına karşın, yazdığı eninde sonunda bir roman olduğu için, Mungan’dan yaptığı araştırmanın bulgularını bilimsel bir yolla paylaşmasını beklemek olanaklı değil.

    Ancak Mungan’ın hakkını vermek gerekiyor. 995 km’yi eleştirmek kolay, çünkü bir anlamda deneysel bir iş. Tüm deneysel işler gibi yalpaladığı yerler var, özellikle de Mungan’ın yabancısı olduğu bir türde yapıt verme uğraşı dolayısıyla. Mungan’a alışık okur kitabın tarz ve tonunu yadırgayabilecekse de, 995 km, kendini tanımladığı tür içinde benzer işlere kalkışan pek çok kitaptan dil becerisi bakımından daha ileride. Kendini tartıştırmayı başardığı kesin. Ayrıca, Türk yazınının Murathan Mungan gibi prestijli bir adının döneme ilişkin böyle deneysel bir iş yapması bir öncülük niteliği göstererek yazın dünyasının dönemle daha kapsamlı ilgilenmesinin de önünü açabilir, bu da önemsiz bir şey değildir. Bunlarla birlikte, bir dönemin karanlık ve zehri bugünlere sızan ortamı daha iyi bir romanda, hatta bizce daha iyisi, bir öykü ya da novella derlemesinde canlandırılamaz mıydı? Herhalde canlandırılabilirdi, öylesi de daha iyi olurdu. Bu biçimiyle 995 km, 90’lar karanlığına verdiğimiz yeni bir kurban olmanın ötesine pek az geçebiliyor.

    Okumalı mısınız?

    Soru yanıtlamak ve sav taşımaktan çok soru ve tartışma yaratmakla ilgilenen bir roman olduğu için, 995 km’yi bir sonuca varmaktan çok sürekli yeni sorular sormaya yatkın okura önermek daha kolay. 90’larla ilgili bilgi edinmek istiyorsanız, bazı çok ince göndermelerine karşın, bir roman olduğu için 995 km bunun için uygun değil. İyi bir suç romanı okumak istiyorsanız da önereceğimiz ilk kitap herhalde bu olmazdı. Ancak 90’lar üzerine kafa yormak, Türkiye’nin bazı yapısal sorunlarına yazınsal bir pencereden eğilmek istiyorsanız 995 km size bu olanağı sağlayacak.

  • Altı Üstü Kitap ekibiyle tanışın!

    Altı Üstü Kitap ekibiyle tanışın!

    Altı Üstü Kitap, yazılı yaşamının ikinci yılını doldurdu. Altı Üstü Kitap Podcast ise bu yıl dört yaşına girecek! Dolayısıyla, merak edenler olabileceğini düşünerek, kısaca kendimizi tanıtmak istedik.

    Karşınızda Altı Üstü Kitap ekibi!

    Can Güçlü

    Ankara’da doğdu. Lisans öğrenimini tarih, yüksek lisansını Türk Devrim Tarihi alanında tamamladı. Birçok proje ve kurumda yazar, editör, yayın yönetmeni olarak görev aldı. Şimdilerde ikinci yüksek lisansını Savaş Çalışmaları alanında yapmakla uğraşıyor.

    Altı Üstü Kitap’ta çoğunlukla suç yazını üzerine yazıyor. Bazen dosya ve liste hazırlarken, nadiren de söyleşi yaparken görülebilir.

    Şule Tüzül

    Kitaplar üzerine düşünür, yazar, konuşur.

    Başta Altı Üstü Kitap, Edebiyat Haber, Litera Edebiyat olmak üzere farklı mecralarda edebiyat ve kitaplar üzerine yazıyor. Edebiyat Haber ve VideOgren YouTube kanallarında, Altı Üstü Kitap Podcast’te ve fırsat bulduğu her yerde kitaplar üzerine konuşuyor.

    İlkin Şilan

    Doğma olmasa da büyüme Ankaralı. Bilkent Üniversitesi Psikoloji mezunu. Okumayı, yazmayı ve konuşmayı çok sever. Bazen hepsini aynı anda yapmaya bile çalışır.

    Edebiyatın her türünü sever ama büyülü gerçekçiliği bir başka sever.

    Okuyabileceğinden fazla kitapla seyahat eder. Trendleri takip eder, eleştirir, dosyalar, listeler.

    Özge İpek Esen

    1995 İzmir doğumlu, Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi doktora öğrencisi. Bir yayınevinde editörlükle meşgul.

    Çoğunlukla okur ve söyleşi yapar. Cesaret ettikçe de yazar. Okuduğu kitapların türlerinin bir istikrarı yoktur ama tahsili dolayısıyla kurgudışına meyillidir.

    Mertcan Özke

    Trabzon doğumlu, Uluslararası İlişkiler mezunu.

    Elektronik müzik yapımcısıdır. Grafik tasarımla ilgilenir.
    Yazları fındık toplar.

    Altı Üstü Kitap’ın internet sitesini tasarlamıştır. İçerikler için özgün görsel tasarımlar yapar.

  • Kurtuluş Savaşı’nın sessiz kahramanlarına bir saygı duruşu: Cepheye Koşan At

    Kurtuluş Savaşı’nın sessiz kahramanlarına bir saygı duruşu: Cepheye Koşan At

    Şule Tüzül

    Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı’na dair okuduğum ya da izlediğim eserlerde hayvanların da özel olarak anlatıldığı, insanlar kadar savaşta varlık gösterdikleri hikâyelere ve anlatılara hiç denk gelmedim. Açıkçası Ömür Kurt’un Doğan Kitap tarafından Ekim ayında yayımlanan Cepheye Koşan At isimli romanını okuyana kadar da bu konuda hiç düşünmemiştim. Ömür Kurt ise yıllar önce Anıtkabir Kurtuluş Savaşı Müzesi’ni gezerken, duvar resimlerindeki hayvanları incelemiş ve kendine şöyle demiş: “Millî Mücadele’de tüm yükü sırtlayan bu sessiz varlıkların hakkını teslim etmek gerek.”

    Cepheye Koşan At, elime geçtiğinde daha okumadan ismiyle ve kapağıyla beni alt üst etti. Romanın ismi, Kurtuluş Savaşı’nda bir atın neler çektiğini anlatan bir roman okuyacağımı söylüyordu. Bir kitapta ya da bir filmde en dayanamadığım, yüreğimin kaldıramadığı şey hayvanların acı çektiği, öldüğü sahneler. Ancak Cepheye Koşan At, hiç tahmin etmediğim bir hikâye sundu bana. Bir savaşta insan ya da hayvan veyahut da ağaç olsun, zarar görmemesi mümkün mü, savaşı anlatan bir romanda çok üzücü ve korkunç hikâyelerin olması kaçınılmaz, ancak Cepheye Koşan At kurgusu, dili ve anlatımı ile Kurtuluş Savaşı’nın hiç bilmediğim bir yönünü gösterdi.

    Ömür Kurt, Cepheye Koşan At’ta tarihi gerçeklere dayanarak Kurtuluş Savaşı’nda bir atın başından geçenleri anlatıyor. Bu romanın ana kahramanı birçok cephede savaşın bizzat içinde yer alan bir at. Ancak bu hikâyenin içinde sadece atlar yok; eşekler, katırlar, öküzler, mandalar, develer, kuşlar, köpekler de var. Ağaçlar da. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında hayvanların ne kadar önemli bir rolü olduğunu anlatıyor Cepheye Koşan At. Onlar da Millî Mücadele’nin kahramanları. Bugün isimleri başkalarını küçümsemek, alay etmek için kullanılan bu hayvanlar, birçok insanın asla dayanamayacağı koşullarda akla sığmayacak başarılara imza atmışlar. Bu kitabı okuyan birinin bundan sonra herhangi bir hayvan ismini bir başkasını olumsuzlamak için kullanabilmesi mümkün değil diye düşünüyorum.

    Cepheye Koşan At, tarihi bir roman. Ömür Kurt çok sayıda tarih kitabından faydalanmış, kitabın sonunda kaynakça bölümünde bu kitaplar yer alıyor. Ayrıca tarihçiler başta olmak üzere konuyla ilgili birçok insanla görüşmeler yapmış.

    Konuya hayvan sömürüsü ve hayvan hakları açısından baktığımızda çok dramatik bir hikâyeyle karşı karşıya kalıyoruz. Sakarya Savaşı’ndan önce Tekalif-i Milliye Kanunu ile halk, elindeki mal ve hayvanları, bedeli sonradan ödenmek üzere orduya veriyor. 1920’li yıllardan bahsediyoruz. Otomobil yok denecek kadar az. At arabalarının, kağnıların zamanı, eşek, deve, manda sırtında eşya ve insan taşınan zamanlar. Başka bir seçenek yok. Binlerce hayvan, destek vermek üzere orduya katılıyor, cephede ve cephe gerisinde en az insanlar kadar, hatta bazen daha fazla çalıştırılıyorlar.

    Ömür Kurt, hem romanın kurgusu içinde hem de Sonsöz bölümünde Kurtuluş Savaşı’nda bulunan hayvanlara dair çok önemli bilgiler veriyor. Büyük Taarruz’da savaşa yaklaşık yüz bin at katılmış. Kağnı Komutanlığı adıyla bir komutanlık kurulmuş ve kağnı kolları halkın yardımlarını cepheye ulaştırmış. Eşeklerle su taşıma kolları kurulmuş ve Anadolu’nun susuzluğu bir nebze giderilmiş. Deve kervanları cepheye erzak ve cephane taşımış. Bakteriyoloji laboratuvarları kurulmuş. Nalbantlık okulları açılmış. Konya Nalbant Okulu’nun ilk mezunlarına diplomaları bizzat Atatürk tarafından verilmiş. Hayvan hastanelerinde atlar, eşekler, öküzler ameliyat edilmiş. İstanbul Baytar Mektebi öğrencileri savaşın ortasında bir yandan öğrenip bir yandan bilfiil baytarlık yapmışlar. Tüm bu bilgiler romanın kurgusu içerisinde hikâyeleriyle karşımıza çıkıyorlar.

    Atatürk, romanın birçok yerinde görünüyor. Savaşa en çok karşı olanlar savaşın bizzat içinde yer alanlardır, sözünü doğrularcasına, düşmanı püskürttükleri bir savaş alanını incelemeye gelen Atatürk etrafa bakıp şöyle diyor: “Bu manzara insanlık için utanç vericidir ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir.” Atatürk’ün her konuda olduğu gibi hayvanlar konusunda da yaşadığı zamanın çok ötesinde söylem ve davranışları olduğunu biliyordum. Yine de Cepheye Koşan At Atatürk’ü başka bir pencereden gösteriyor, onun başka yönlerini görüyoruz, ona bir kez daha bu yönleri nedeniyle hayran oluyoruz. Kitabın başındaki alıntılarda Atatürk’ün şu sözü yer alıyor:

    “Efendiler! Atlarınıza iyi bakınız. Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılmasında bu ulvi canlıların çok büyük katkısı olmuştur.”

    Böyle bir romanı yazmak hiç kolay değil. Çok hassas bir konu ve hikâye var ortada. Ömür Kurt’un çok ustaca ve cesurca ve aynı zamanda çok kıymetli bir işe imza attığını düşünüyorum. Savaş korkunç bir şey, insanlar için de, hayvanlar için de, ağaçlar için de. Ömür Kurt savaşın çirkin yüzünü olabildiğince hikâyenin içine almamaya çalışmış. Bu açıdan da zoru seçmiş. Elbette savaş söz konusu ise hayvanların da insanların da başına gelen felaketlere değinmeden böyle bir romanı yazmak mümkün değil. Bu tür hikâyelere de romanda yer verilmiş ancak ana hikâyeden, yani hayvanların Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanlıklarının hikâyesinden uzaklaşmamak adına savaşın bu yüzünün tam dozunda verildiğini düşünüyorum. Roman, konunun hassasiyeti nedeniyle edebi ya da tarihsel olarak, hatta hayvan hakları ve hayvan sömürüsü açısından eleştirilebilir, farklı şekillerde yorumlanabilir. Ancak böyle bir konuyu bir romanla gündeme getirmek, Kurtuluş Savaşı’nda rol alan hayvanlara ve hatta ağaçlara bir saygı duruşunda bulunmak takdire değer bir davranış, bunun altını çizmek gerekiyor. Ömür Kurt’un romanının başında yer alan ithaf yazısını, roman bittiğinde gözlerim dolu dolu okudum tekrar:

    “Kurtuluş Savaşı, kağnı çeken öküzlerle, dörtnala koşan atlarla, yük taşıyan eşeklerle, dere tepe aşan katırlarla, mandalarla, develerle kazanıldı. Bu kitabı, Millî Mücadelemizin bu hisli kahramanlarına adıyorum.”

    Ömür Kurt’a bir okur ve bir hayvansever olarak teşekkür ederim. Cepheye Koşan At ile Kurtuluş Savaşı’nın sessiz kahramanlarına yaptığı saygı duruşunun yanında ben de yerimi alıyorum. Herkesi de bu saygı duruşuna davet ediyorum.

    Okumalı mıyız?

    Cepheye Koşan At, her yaştan okurun, ama özellikle gençlerin okuyabileceği ve keşke herkes okusa diyebileceğim bir roman. Hayvan sömürüsünün yok edilemediği ve hayvan haklarının halen görmezden gelindiği bugün, hayvanların 1920’lerde erzak ve insan ulaşımında kullanılmalarının kaçınılmaz olduğu bir savaş ortamında nasıl bir role sahip olduklarını, insanlarla ne kadar özel bir ilişki içinde olduklarını anlatan bir romanın okunmasının fark yaratacağını düşünüyorum.

    Ocak 2024

  • Altı Üstü Kitap 2 yaşında! İkinci yılımızı nasıl geçirdik, gelecek için tasarılarımız neler?

    Altı Üstü Kitap 2 yaşında! İkinci yılımızı nasıl geçirdik, gelecek için tasarılarımız neler?

    2022 yılının 9 Ocak günü yayın yaşamına başlayan Altı Üstü Kitap, önümüzdeki hafta ikinci yaşını dolduruyor!

    2020’de kitaplar üzerine bir sohbet olarak, podcast biçiminde ortaya çıkan Altı Üstü Kitap, iki yıldır kitaplar üzerine incelemeler, özel dosyalar, listeler ve söyleşiler ürettiğimiz yazılı bir ortam olarak yaşamını sürdürüyor.

    ‘Yazınsal bir keşif girişimi’ olarak adlandırdığımız, küçük bir ekibin emek ve özverisiyle süren bu uğraşımız, geçtiğimiz yıl boyunca daha çok kişiye ulaştı.

    10 Ocak 2024, saat 21.00’de Instagram hesabımızda ekip olarak bir araya geleceğiz, 2023’ün nasıl geçtiğini ve 2024 için neler tasarladığımızı konuşacağız.

    Bizi bu keşif girişimimizde yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ederiz!

    Görüşmek üzere!

  • 2023’te Okuduğum En İyi Üç Kitap / Can Güçlü

    2023’te Okuduğum En İyi Üç Kitap / Can Güçlü

    Geçtiğimiz yılın en iyi üç kitap listesine biraz serzenerek, biraz kırgınlıklarımı paylaşarak başlamıştım, çünkü 2022 yılı okuduğum kitaplar bakımından benim için pek iyi geçmemişti. Baştan baştan söyleyeyim öyleyse: 2023’te okuduklarım ve okuma performansım 2022’den çok daha iyiydi. Üstelik bunun yanı sıra daha çok ürettim ve 2023, tüm olumsuzluklarına karşın, kişisel olarak benim için hareketli de bir yıl oldu. Listede yer verdiğim kitaplar belki de tam olarak en çok etkilendiklerim değil, belki okurken en çok eğlendiklerim de değil. Elbette etkilendiğim ve keyif aldığım kitaplar seçtim, ama öncelikle özgün bir deneyimle okuduklarıma yöneldim. İşte beni oldukça düşündüren 2023 listem!

    Böyle Küçük Şeyler – Claire Keegan

    Claire Keegan’ı çok duymuş, okumamıştım. Dilini ve yapıtlarını bunca özel kılanın ne olduğunu, okuduktan sonra bile kesinkes kararlaştırmak güç. Ama Böyle Küçük Şeyler kısa sürede bitirilip uzun süre unutulamayacak kitaplardan. Bir İrlanda ailesinin ölesiye olağan bir öyküsü olarak başlayıp bir tarihin karanlığına ansızın giriverebilen özel, etkileyici bir yapıt. Umarım okuduğum son Keegan olmaz.

    Legends & Lattes – Travis Baldree

    Legends & Lattes’i yakın zamanda inceledim, bu nedenle sözü sündürmek istemiyorum. Pek keyifli zamanlarda okumamıştım, bir dostla içilen keyifli bir kahve gibi iyileştirmişti, çekip çevirip kendime getirmişti beni. Travis Baldree’nin Ork ırkından bir paralı askerin kılıcını duvara asıp bir kahve dükkanı kurmaya girişme macerasını işlediği Legends & Lattes bu yılın en iyi kitaplarından biri, hem de sanırım yalnızca benim için değil, bir yığın okur için de.

    Greenlights – Matthew McConaughey

    Greenlights’ı beğenmeyi beklemiyordum. Benim için yılın kitaplarından biri olmasını hiç beklemiyordum. Hatta çok sevildiğini görünce yazarının popülerliğine yormuş, yazınsal bir başarı beklememiştim. Yanılmışım. McConaughey kendi yaşamına dönüp bakıyor, ailesinden, çocukluğundan, gençliğinden, kariyer yolculuğundan, içtenliklerinden ve şımarıklıklarından capcanlı bir dille söz ediyor. Öğüt veren kesitlerde büyük oranda yapıcı ve gerçekçi bir ton tutturmayı başarıyor, dolayısıyla bu bir kişisel gelişim kitabı gibi okunabilir, teknik olarak mümkün, ancak yapıta haksızlık olur. İyi yazılmış, yaşama, kariyerlere, ilişkilere, başarıya ve başarısızlığa yönelik pek çok içgörü barındıran, ruh sahibi bir kitap Greenlights. Dünyaca ünlü, artık varsıllıklarıyla ve ayrıcalıklarıyla var olan bir oyuncudan beklenmeyecek ölçüde derli toplu, gerçekçi, keyifli ve akılda kalıcı. Sesli kitap olarak yazarın kendi sesinden dinlenmesini kesinlikle öneriyorum, hepten vurucu bir deneyim olup çıkıyor. Tanımaya hiç de meraklı olmadığım Matthew McConaughey’le o sokak sizin bu sokak bizim geze geze günlerce sohbet etmişiz ve tanıdığıma çok hoşnut kalmış gibi bir duyguyla kapattım kitabı.

  • 2023’te Okuduğum En İyi Üç Kitap / Özge İpek Esen

    2023’te Okuduğum En İyi Üç Kitap / Özge İpek Esen

    Genelde okuduğum kitaplarda belli bir türe bağlı kalsam da 2023 biraz bunun dışına çıkmaya çalıştığım bir yıl oldu. Bu nedenle aslında bu listeyi üç kitapla sınırlamakta zorlandığımı itiraf edeyim. 2022’ye göre daha verimli bir yıl geçirdiğimi düşünüyorum. İşte benim 2023 listemdeki kitaplar:

    Ağaçtaki – Janne Teller

    Bir tavsiye üzerine okuduğum bu kitabı açıkçası genç yetişkin türünde olması sebebiyle bir önyargıyla elime almıştım. “Hiçbir şeyin anlamı yok” hissini hemen hemen herkes yaşıyor bu zamanlarda. Ununu eleyip eleğini asmış yetişkinlerin bir yaştan sonra bu hisse kapılmasına bir biçimde anlam verebilsek de henüz yeniyetme sayılacak yaşlardaki insanların düştüğü “anlamsızlık” boşluğunun bu kadar ağır olabileceğini hiç düşünmemiştim. Basit bir dil, akıcı bir anlatımın çekiciliğiyle felsefi sorgulamaların buluştuğu bu kitap sizi çok rahatsız edecek. Bir grup “masum” gencin hayatın anlamını göstermek için değer ve anlam verdikleri “şeyleri” bir yığın olarak istiflemesiyle başlayan kitap sonunda büyük bedellerin ödendiği bir Pirus zaferine dönüşüyor.

    Lanet Olsun Zaman Nehrine – Per Petterson

    Farklı tatlarda okumalar her ne kadar bu yıl beni geliştirip değiştirse de kitaplarından hep aynı tadı bulmaktan sıkılmadığım Per Petterson’un son romanı elbette bu listeye girmeli. Her şeyin kenarında duran bir adamın hikâyesini ele alan Petterson, mekân betimlemeleriyle de okurun uzamsal düşünme becerilerini zorlamaktan geri kalmamış yine. İskandinav soğukluğunun her cümlede yüzümüze çarptığı bu kitap, okuru ilişkilerini tekrar düşünmeye sevk ediyor.

    Mahcubiyet ve Haysiyet – Dag Solstad

    Ve geldik benim için yılın kitabına! Bu kitabı o kadar çok sevdim ki üzerine inceleme yazmak yetmedi ve bu listeye de aldım. Kısa ama oldukça etkileyici bir kitap Mahcubiyet ve Haysiyet. Konusu, karakterin zihin dünyası gibi unsurlardaki okurun çeken taraflar bir yana üslup olarak da farklı olduğunu söyleyebilirim. Yazarın diğer kitaplarını okumadığım için bilmiyorum ama dildeki mekanik tekrarların bilinçli bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Böylece bundan birkaç yıl sonra da tekrar okumak isteyeceğim bir kitapla listemi bitiriyorum.

    Kapatırken, sayı sınırı nedeniyle, gerek kurguda gerek kurgudışında bu listeye koyamadığım ama mutlaka okunması gerektiğini düşündüğüm iki kitabı sadece künye bilgilerini vererek de olsa anmak istiyorum: Mizah, gizem ve korkunun birleşiminden ortaya çıkan tadı merak ediyorsanız, hazırlama şansına da eriştiğim Jack Sparks’ın Son Günleri’ne mutlaka bakmalısınız. Kültür-edebiyat dünyamız açısından çok değerli bir yazarın kurgudışında verdiği çok keyifli bir eser de bence bu yıl için en önemli kazanımlarımızdan biri oldu. Tabii ki Mahir Ünsal Eriş’in Babil Kulesi Kitabı’ndan bahsediyorum.

Blog at WordPress.com.