Can Güçlü
1922’de işgalden kurtarılan İzmir’de işlediği cinayet İstiklal Mahkemesi önüne taşınan, birkaç ay sonra Bulgar Başbakanı Aleksandr Stamboliyski’ye karşı bir suikast girişiminde bulunan, bir yıl sonra 1924’te Mustafa Kemal’e karşı bir suikast girişimine adı karışan, 1920’lerin sonu ve 1930’ların başında Avrupa’nın göbeğinde geniş bir uyuşturucu kaçakçılığı ağı kuran; bir yerde Rum, bir yerde Yunan, bir yerde Türk, bir yerde Güney Amerikalı olarak belirebilen bir adam Dimitrios Makropoulos.
Gerilim ve casus romanının babalarından sayılan Eric Ambler’ın 1939’da yayınlanan romanı The Mask of Dimitrios’a (Penguin Modern Classics, 2009 ve Dimitrios’un Maskesi adıyla YKY, 2021) adını veren de ta kendisi.
Eric Ambler, 1960’ların -Soğuk Savaş’la özdeşleşen- Batılı gerilim ve casus romanı kasırgasından çok önce, 1936’da yayınlıyor ilk romanı The Dark Frontier’ı. Casus romanının kurucularından değilse de 20. yüzyıldaki öncülerinden sayılıyor, Ambler’dan önce ‘casusiye’ olarak da adlandırılan bu türde örnek veren yazar ve yapıtlar neredeyse iki elin parmağını geçmiyor.
Ambler’ın ilk romanları, yazılıp yayınlandıkları dönemin doğasına uygun olarak, iki dünya savaşı arasında Avrupa’nın atmosferini özgün bir ton ve yaklaşımla okura yansıtıyor, öyle ki, tarihsel kurgunun ünlü adlarından Robert Harris, “Eğer Kıta Avrupasının 1930’lardaki ruh durumunu deneyimlemek istiyorsanız daha iyi pek az kılavuz bulabilirsiniz.” diyor Ambler için.
Yaklaşan savaşın gerginliği, Ambler’ın kitaplarının ruhunun önemli bölümünü oluşturuyor. Cause for Alarm’ın (1938) ana karakteri kendini Faşist İtalya’da bulan ve istemsizce istihbarat ağlarına karışan bir İngiliz; Epitaph for a Spy’ın (yine 1938) ana karakteri ise kendini Fransa’da casuslukla suçlanırken buluveren bir Macar.
The Mask of Dimitrios ise hem Türk okuru için, hem de iki savaş arası dönemle ilgilenen okur için bu kitaplardan biraz daha ayrı bir yerde konumlanıyor. Ana karakterlerini deneyimli ve becerikli casuslardan, yırtıcı ve tehlikeli tiplerden değil de ne biçim işlere bulaştığını bir türlü anlayamayan, ama karşılaştığı güçlüklerin üstesinden gelmeyi de bir biçimde bilen sivillerden ve sıradan insanlardan seçen ve yaratan Ambler, bu kitabının odağına da bir polisiye yazarı olan Charles Latimer’ı oturtuyor. Meraklı ve sorgulayıcı biri Latimer, arkadaş edinmeyi de bir biçimde bilip beceriyor, herhalde popüler polisiyeler yazdığı için insanlar ona yaklaşmak da istiyor.
Latimer, kitabın başında, Atina’da geçirdiği bir yılın ardından yeni bir yere taşınmak isteyip İstanbul’a atıyor kapağı. Burada bir davette Türk istihbaratının başındaki Albay Hakkı’yla tanışıyor. Hakkı da bir polisiye düşkünü, hatta bir polisiye yazmak da istiyor ama bu konuda çok başarılı değil. Latimer’la Hakkı arasında gelişen diyalog, Hakkı’nın Latimer’ın ilgisini çekmek için konuyu kurgusal değil, gerçek bir katile getirmesiyle yeni bir boyut kazanıyor. Latimer, Dimitrios’un adını da ilk kez böyle öğreniyor.
Dimitrios’un silah kaçakçılığından uyuşturucu ticaretine, siyasi suikastlardan adi cinayetlere dek geniş yelpazedeki suçları, Latimer’ın polisiyeci damarına tam doğru yerden basıyor. Ama bir sorun var: Dimitrios çoktan ölmüş.
Türk istihbaratının, İzmir’in kurtarıldığı 1922’den romanın geçtiği 1938’e dek bir biçimde tanıdığı ama yakalayamadığı Dimitrios, Latimer İstanbul’a gelmeden kısa süre önce bıçaklanarak öldürülmüş ve Boğaz’a atılmış. Yine de sicilinde büyük boşluklar, buraya nasıl geldiğiyle ve neden öldürüldüğüyle ilgili belirsizlikler var. Albay Hakkı, Latimer’ın merakını köpürtmeyi başarıyor ve belki isteyerek, belki bilinçsizce, Latimer’ı Dimitrios’un yaşamını ve suçlarını ayrıntılıca öğrenmek üzere Avrupa’da bir yolculuğa çıkarıyor.
Kitap boyunca Latimer’ın İstanbul’dan Sofya’ya, Belgrad’dan Paris’e dek, çoktan öldüğünü bildiği Dimitrios’un yaşamını araştırmak üzere sürüklenip gidişini; yeri gelince dolandırıcı kılavuzlarla, yerel polislerle, suçlularla ve hatta istihbaratçılarla kesişen yolu boyunca bu gizemli adamın nasıl olup da İstanbul’da ölü olarak ortaya çıktığını sorgulayışını okuyoruz. Olaylar ilerledikçe, işlerin Latimer’ın bildiği gibi olmadığını, düşündüğünden daha tehlikeli bir maceraya atılmış olduğunu da anlıyoruz.
Ambler’ın tarzı dönemi için hareketli ve canlı sayılabilir, ama dili kesinlikle özel bir canlılık taşımıyor. Sıkıcı ve yıpratıcı bir dil değilse de, odaklanma gerektiren bir dil. Biraz da bu nedenle, kısa bir kitap olsa da The Mask of Dimitrios’u okumam çok uzun süremi aldı, gerçi kafası benim gibi dağınık olmayan okurlar çok daha rahat bir okuma deneyimi yaşayacaktır.
Şimdiye dek okuduğum ilk Ambler kitabı olduğu için diğer yapıtlarıyla karşılaştırmam güç, ama The Mask of Dimitrios, temelde ölü bir adamın yaşamını kurcalayan bir yazarı anlattığı için, kitabın sonlarına dek ne olacak?! sorusundan çok neler olmuş öyle! ünlemine yaslanıyor. Bu da kitabın akıcılığından götürüyor.
Dimitrios’u, kitabı ve Ambler’ı Türk okuru için ilgi çekici yapan şeylerden biri, Türklerin ve Mustafa Kemal’in romanda kapladığı yerin büyüklüğü. Dimitrios bir bukalemun gibi bir o ulustan bir bu ulustan gibi gözükse de aslında İzmirli bir Rum. 1922’de işlediği bir cinayet, işgalden kurtarılan İzmir’de kurulan İstiklal Mahkemesi’nde yargılamaya konu oluyor ve yargılanıp cinayetten hüküm giyen İdris Muhammet, Allah ve peygamber adına, cinayeti kendisinin değil, İzmirli Dimitrios’un işlediğine yemin ediyor.
Zaman çizelgesi böyleyken, Ambler, Kurtuluş Savaşı’na ve Mustafa Kemal’e kitapta birden çok kez değiniyor. Batılıların ‘Türkler katliamcıdır’ ezberini taşıyor ve Türk Ordusu’nu İzmir’de kıyım yapmakla suçluyor, ama benzerlerinden ayrıldığı bir nokta var: Savaş boyunca Yunanlıların da Anadolu boyunca kıyım yaptıklarını özenle vurguluyor. Elbette bir tarihçi değil, bir kurgu yazarı olarak Ambler’ı takındığı siyasi ve düşünsel tutuma göre yargılamak anlamsız, ama Türkleri yer yer suçlasa da kıyıcı ve kötücül bir ulus olarak karikatürize etmediğinin, Doğu izleri taşısa da Avrupa’yla yakın ilişkileri bulunan bir ulus olarak yazdığının altını çizmek isterim.
Elbette kurgusal bir yapıtı tarihyazımı bakımından eleştiriden geçirmek doğru bir davranış değil, ama yeri gelmişken gerçekte 1922’de İzmir’de bir İstiklal Mahkemesi kurulmadığını belirteyim. Aslında bu olasılık gündeme gelse ve hatta 6 Aralık 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde uygun görülse de, 1923 başlarına dek İzmir’de bir İstiklal Mahkemesi kurulmasıyla ilgili tartışmalar sonuçlandırılamayacak ve zaferin yarattığı rahatlıkla bu mahkeme kurulamayacak. Dolayısıyla diyebiliriz ki Ambler eninde sonunda kendini tarihsel gerçeklere kökten bağlamıyor; ya bilinçli olarak, ya da bilgisizlikten. Belki ikisinden de biraz biraz.
Ambler, tarihsel olay ve olguları kurgusallaştırmaya bir örneği de Mustafa Kemal’e yönelik bir suikast girişiminde veriyor. 1924 yılında Trakya ve İskenderun üzerinden Türkiye’ye giren üç suikastçının Mustafa Kemal’i öldürme girişimini ve bu girişim sonucunda Manok Manukyan’ın yakalanıp idam edildiği soruşturma sürecini de öyküsüne yediriyor. Dimitrios, Ambler’ın kurgusunda, bu öldürüm girişimine de karışıyor, ancak yakalanamıyor.
Hatta, İkinci Dünya Savaşı ve Nazi Almanyası ile Sovyet Rusya arasındaki dostluk anlaşmasına dek sıkı bir antifaşist olarak Sovyet Rusya’yı benimsediği söylenen Ambler, kitabın bir yerinde, Dimitrios’un Mustafa Kemal’i öldürmek istemesinin ardında kişisel ya da siyasi gerekçeler değil, finansal gerekçeler olabileceğini söyletiyor karakterlerine. Mustafa Kemal’in finans çevreleriyle arası hoş olmadığı için bu çevrelerin Dimitrios’tan yararlanarak kendisini ortadan kaldırmak isteyebileceğini not düşürüyor.
Gereksiz ayrıntılar gibi görünebilecek bu noktalara değindiğim için beni bağışlayın, ama ilgim ve merakım, 1930’larda yazılmış bir casus romanının Türkiye’ye odaklanmasının öneminden ileri geliyor. Elbette yapıtın, Ambler’ın ve dönemin daha ayrıntılı konuşulup tartışılması olanaklı, ama bunun ne yerinde ne de zamanındayız, herhalde doğru yöntem de bu olmasa gerek.
Kitabın yeni ve şık bir baskısı 2021 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Benim bulabildiğim en eski Türkçe baskı ise 1948 yılında İzmirli Dimitrios adıyla Ahmet Halit Kitabevi’nden çıkmış. YKY baskısının Gülçin Aldemir imzalı çevirisini, kitabı nedense İngilizce okuduğum için, yorumlayamıyorum; ama bir sonraki Ambler kitabımı, eğer çevrildiyse, Türkçe olarak okumayı düşünüyorum.
The Mask of Dimitrios, iki savaş arası dönemin casus romanları arasında özgün bir yerde duruyor. Pek hafif, eğlenceli ve sürükleyici bir dille yazılmamış, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gerilim, savaş ve casus romanlarının çarpıcı tehlike ve patlayıcı çatışma duygularından da yoksun. Buna karşın gerek karakterleri aracılığıyla, gerek ana karakterini Avrupa’da oradan oraya gezdirmesi dolayısıyla, gerekse uluslararası bir gizemin bir bakıma insan istihbaratı yoluyla çözülmesi dolayısıyla ardından gelecek casus romanlarının bilindik örüntülerini de başarıyla taşıyor.
Böyleyken, bana büyüleyici olmasa da ilgi çekici ve düşündürücü bir okuma deneyimi sunan Eric Ambler’ın başka kitaplarını da okuyacağımı ve hem yazınsal, hem tarihsel değeriyle irdelemeye çalışacağımı sanıyorum.
Okumalı mısınız?
Eğer casus romanının tarihsel gelişimiyle ilgileniyorsanız okuma listenize The Mask of Dimitrios’u almak isteyebilirsiniz, zaten bunu değilse de Eric Ambler’ın bir romanını mutlaka almalısınız. 1930’larda İstanbul’la ve Avrupa’yla ilgili bir şeyler okumak istiyor, İkinci Dünya Savaşı öncesi gerilim yapıtlarından da en az çağdaş gerilimler ölçüsünde keyif alacağınızı düşünüyorsanız da Ambler’a ve bu kitabına dikkat etmenizi öneririm. Ancak, sizi yakalayacak ve heyecanlandıracak çağdaş bir gerilim istiyorsanız büyük olasılıkla aradığınız kitap bu değil.