Çaresizliğin gülmecesi: Ülker Abla

Şule Tüzül

Kadın cinayetleri politiktir. Sözel, duygusal ya da fiziksel, kadına şiddetin her çeşidi politiktir. Bu yüzden hala sürüyor. Bu yüzden her gün ve her gün kadın cinayetleri, kadına şiddet haberleri okumaya, izlemeye devam ediyoruz.

İnsanın olduğu her yer birbirine benziyor. Her gün ve her gün Birhan Keskin’in şu dizelerini deneyimliyoruz:

“İnsan; insan ne ki,

Şeytanın bacağı kırık kalıyor

İnsan derken.”

Yaşadığımız coğrafya, içinde yaşadığımızdan mıdır nedir, bir başka çaresizlik kuyusu. Yaşama katlanabilmek ve devam edebilmek için çok fazla şeyi kabullenmek zorunda kalıyoruz. Alışamasak da alışmak zorunda kalıyoruz! Sonra biri geliyor. Bir kitap. Belki bir film. Ya da bir şarkı. Sesi olmayanların sesi olup karşımıza dikiliyor. Diyor ki, etrafına baksana yahu! Hiçbiri doğal değil! Hiçbiri insana dair değil, insana dair olamaz, olmamalı!

Seray Şahiner’in, Ekim 2021’de Everest Yayınları tarafından yayınlanan romanı Ülker Abla, işte o seslerden biri. Ama ne ses! Ülker Abla konuya, yani acıya ve çaresizliğe bambaşka bir yerden yaklaşıyor; mizahın gücünü kullanarak anlatıyor kadınların acı ve çaresizliğini…

Kitabın kahramanı Ülker Abla, ömrünü önce baba sonra koca dayağı altında geçirdikten, kırılmadık, morarmadık yeri kalmadıktan, onlarca kere ölümlerden döndükten sonra can havliyle evini terk ediyor. Çareyi, bir devlet hastanesinde bakacak kimsesi olmayanlara korsan refakatçilik yaparak yaşamakta buluyor. İşinin adı tam anlamıyla bu: Korsan refakatçilik. Acil kapılarında bakacak kimsesi olmayan hasta yakalamaya çalışıyor, karın tokluğuna onlara refakatçilik yapabilmek için. Hastane çalışanlarından gizli saklı. Eh böyle bir refakatçilik ne kadar gizli yürütülebilirse o kadar… Hemşire ve hastabakıcıların görse de görmezden gelişi, idare edişiyle çok uzun süre sürüyor refakatçiliği. İşte biz bu hikâyeye konuk oluyoruz; Ülker Abla’nın çaresizliğinden doğan sıra dışı bir yaşamın hikâyesine.   

“Ben sizin, çocuklarınıza ıspanak yedirirken söylediğiniz, bunu bulamayanlar da var lafındaki bulamayanların temsilcisiyim. Ben sizin kadrolu Somalili çocuğunuzum.”

Ülker Abla bir ermiş kişi gibi… Hayat üniversitesinde profesör olmuş, hepimizi cebinden çıkarıyor. 150 sayfada bize koca bir hayat dersi veriyor. Görmediklerimizi gösteriyor, anlamadıklarımızı anlatıyor. Aklına, vicdanına şaşıp kalamıyorsunuz, utanıyorsunuz. Yaşadıklarını ve yaşadıklarından süzdüğü çıkarımları kendi dilinde anlatıyor bize.

Romanın anlatıcısı Ülker Abla. Dil son derece sade bir konuşma dili. Öyle cümleler kuruyor ki Ülker Abla, sanki felsefe-sosyoloji-psikoloji üçlüsüne sırtına dayamış, dünyanın bütün kadınlarının dertlerinin içinden geçmiş, deneyim ve bilgisini döktürüyor o sade cümlelerin içinde. Seray Şahiner, Ülker Abla’yı öyle bir konuşturuyor ki, yutkunduğunu, boğazına bir yumrunun oturduğunu, başına ateşler yükseldiğini, kalp çarpıntısını, titreyişini, ter içinde kalışını, çaresizliğin bedenine nasıl hücre hücre yayıldığını, kısacası beden dilinin her halini hissediyorsunuz.

Aynı zamanda bir mizah ustası Ülker Abla. Sanki sahneye çıkmış stand-up gösterisi yapıyor; hayatın tam da yanımızdan geçip giden çelişkilerinden, acılarından, trajedilerinden kahkahalarla gülünecek hikâyeler yaratıp anlatıyor.

Ülker Abla, sadece bir kadının ya da sadece kadınlığın hikâyesini anlatan bir roman değil, bir ülkenin resmini çizen bir roman. Eril dünyayı en çıplak haliyle gösteren bir roman.

“Bu kendi ölüsünü de dirisini de talih kuşu sanan adamların biri daha başıma sıçsın diye bekleyip ağzıma sıçtıramam. Hırkama sarınıp koridorda ayağımı sürüye sürüye yürümeye başladım. Bir an hastane gözüme dünyanın en sıcak yuvası gibi göründü.”

Ülker Abla’da küfrün bini bir para. Öyle haklı ve o küfürler ağzına öyle yakışıyor ki laf edemiyorsunuz iğneli diline, hatta hoşunuza da gidiyor, içiniz ferahlıyor; Ülker Abla haksızlığın, adaletsizliğin, ezilmişliğin faillerine laf ediyor sonuçta…

Ülker Abla, öyle kafasına vur lokmasını al bir kadın değil. Sus pus oturmuyor hastane köşelerinde. Yaşam onu aynı zamanda bir iletişim uzmanına dönüştürmüş. Doktorundan hastane idarecilerine, hastabakıcısından hemşirelere, hastalara, polislerden eczacılara, istediklerini yaptırabilen, böylece ayakta kalmayı başarabilen bir iletişim uzmanı. İhtiyaçlarına göre tüm sistemi yönetebilme becerisi geliştiriyor. Kısa vadeli değil uzun vadeli düşünerek hayatını planlıyor. Yardım tekliflerini bir firma yöneticisi titizliği ile değerlendirip yorumluyor. Attığı her adımın gelecekte nerelere gideceğini hesap ederek yaşıyor.  

“İhtiyacınız olan bir şey size verildiğinde; yardım mı, ikram mı, hediye mi, borç mu, karşılık mı, bağış mı… Bilemiyorsunuz. Eğer almak zorundaysanız… Bilemiyorsunuz.”

Ülker Abla, hem bireyi hem toplumu, hem devleti hem kurumları eleştiren bir roman. Romanın en çarpıcı eleştirilerinden biri barınma hakkının ne kadar hayati oluşuna dair. Barınma hakkının ve mahremiyetin ne kadar önemli olduğuna tanık oluyoruz roman boyunca. Aile ve evlilik Ülker Abla’nın oklarının her daim hedefi. Onun oklarından hepimiz payımızı alıyoruz. Depresyon, bir yerlerine rahat batan kadınların sorunu, diyor mesela. Canını kurtarma derdinde bir insana depresyon uğramıyor. Karşımıza çıkan Ülker Ablalara verdiğimiz akılların nasıl işe yaramaz olduğunu da bir bir yüzümüze vuruyor.

“Bir şey söyleyeyim mi, insanların ne kadar kuruntusu varsa hep tokluktan. Televizyonda da görüyoruz, zenginler hep psikologlarda. Niye? Toklar da ondan. İnsan kısmı tokluk derdi olmayınca başka dertler bulup kendini oyalamak ister. Halbuki aç insanın kursağından başka derdi olmaz.”

Kapak tasarımı harika, çok sevdim. Füsun Turcan Elmasoğlu’na tebrikler.

Seray Şahiner, karakterleri için “Onlar bana benzemedi ama arada ben onlara benziyorumdur,” demiş.

Bence hepimiz, nerede ve hangi koşulda olursak olalım, Ülker Ablalara benzemeliyiz. Bu dünya başka türlü başka bir dünya olamayacak çünkü.

Okumalı mısınız?

Ülker Abla’yı herkes okumalı. Derdi tasayı, acının en koyu halini, hiç öyle kahrolmadan, yerin dibine gitmeden okuyabileceğiniz bir roman. Devası bulunamayan dertlerle de -o dertleri yaratanlara inat- güle oynaya yaşanabileceğini anlatan bir roman. Okurken kahkaha bile atabileceğiniz bir roman, ben attım çünkü. Bu romanın gerçeği ile yüzleşirken insan olmaktan utanabilirsiniz, evet, ama gülerken, kahkaha atarken utanmanıza gerek yok. Ülker Abla’ya değil, Ülker Abla ile güleceksiniz çünkü.

Blog at WordPress.com.