Can Güçlü
Burası Radyo Şarampol (İletişim Yayınları, 2020) ilginç bir kitap. Okuduğum romanlar arasında özgün bir konuma yerleştiğini belirteyim.
Bunu bir büyüme romanı olarak adlandırsam herhalde yanlış yapmış olmam. Anlatıcımız ve ana kişimiz Filiz on dört yaşındayken, 1980 yılında başlıyor roman. İlk yarısı 1980’de geçiyor, Filiz’in arkadaşlıklarını, filmlerle, kitaplarla ve müzikle ilişkisini, bir anlamda kendini tanıma serüveninin önemli bir dönemini, Şükran Yiğit’in okuru zorlamayan, dilediğinde güçlü, dilediğinde yumuşak ve akıcı olabilen dilinden okuyoruz. Filiz’in aşkı ve radyoyu keşfetmesine tanık oluyoruz.
İkinci yarıda zaman atlamalarıyla kendimizi bir 2013’te, bir 1988’de, bir 1996’da, bir 2019’da buluyoruz. Filiz’in ailesiyle, dostlarıyla, müzikle, sinemayla kurduğu, bizim de o henüz 14 yaşındayken ilk adımlarına tanık olduğumuz ilişkilerin yıllar içinde evrimini izliyoruz. Nelerin çabucak değiştiğini, nelerin neredeyse 40 yıl içinde pek de değişmediğini görüyoruz.
Şükran Yiğit’in diline ve romanın genel tonuna ilişkin bir ipucu vermek için açılış paragrafının bütününü sizinle paylaşsam sanırım iyi bir örnek seçmiş olurum:
“On dört yaşındaydım. Hiçbir şeyimiz yoktu. Yoksulduk. Yoksul ama mutsuzduk. Şarampol Mahallesi’ne temmuzla birlikte çöken güneşin altında annelerimiz Dokuma’ya, babalarımız restoran mutfaklarına çalışmaya giderlerdi. Birbirimizden başka hiç ama hiçbir şeyimiz yoktu. Tek tesellimiz, mahallenin, içinde mecalsiz küçük vantilatörlerin dönüp durduğu, tek katlı, iki gözlü, yan yana bloklar halinde dizilmiş evlerinin açık pencerelerinden sokağa yayılan televizyon sesleri arasında karpuz yiyerek seyrettiğimiz filmlerdekiler gibi ‘yoksul ama mutlu’ olmaktı.”
Şükran Yiğit’in güzel, doğal, ilgi çekici bir yazım tarzı var. Dili büyük oranda duru, aslında bir dönem romanı yazmasına karşın bunu hem çağdaş okuyucu için ilgi çekici bir dille yapabilmiş, hem de yazdığı dönemle kullandığı dil arasında bir doku uyuşmazlığı olmasının önüne geçebilmiş. Karakterlerinin duygularını, başlarına gelenlere karşı tutumlarını okuru içine çekecek bir doğallıkla yazmış, kitabın bütününe bolca müzik serpiştirmiş.
Kitaba başladığımda ne öyküyle, ne karakterlerle ilgili en ufak fikrim vardı. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere radyonun ve müziğin kurgu içinde önemli bir yer tuttuğunu biliyordum, o kadar. Dolayısıyla bunun nasıl uygulanacağını merak ediyordum. Şükran Yiğit kitabı hiçbir noktada bir müzik romanına dönüştürmemiş, seçtiği şarkıları seven okurların özellikle dikkatini çekecek biçimde sıklıkla göndermelerde bulunmuş, bazı şarkılar ve müzisyenler öykü içinde öne çıksa da kitaptan bangır bangır müzik sesi gelmesini önlemiş, okurun kulağında hep bir melodi kalmasına ama bunun okuma deneyimine baskın gelmemesine özen göstermiş, en azından bende uyandırdığı duygu bu oldu. Bu aslında incelikli ve işlemeli bir yazınsal tutum olmasına karşın, belki de seçtiği şarkıların pek çoğunun benim için özel bir anlam taşımamasından, kitap bende müzikal bir tat bırakmadı.
Yiğit’in özel olarak başarılı olduğu noktanın şehir kurmak olduğunu belirtmekte de yarar var. Antalya’yı, özellikle Şarampol’ü, ardından Berlin’i capcanlı biçimde kağıda dökmüş, karakterlerin bu şehirlerle kurduğu bağın ve yaşadıkları yerin yaşamlarında bıraktığı izin okurca açık seçik görülüp duyumsanmasını sağlamış. Öyle ki romanın ilerlemesi içinde yarattığı ton ve duygu sıklıkla uzam olarak seçilen şehre göre değişiklik göstermiş.
Bütün bunlara karşın, kurgu ve öyküyle ilgili bazı sorunlarım var.
Birincisi; öykünün bütünü, öykü-kurgu ağırlıklı yapıtlar okumayı seven benim gibi biri için potansiyelinin altında kalıyor, çünkü pek bir yerden pek bir yere gitmiyor. Öykü eninde sonunda ne söyleyecek, ya da ne duyumsatacak, ya da ne yaratmış olacak? Pek bir şey değil belki de.
İkincisi; kitaptaki zaman atlamaları, bir yerden sonra dönemler arasında geçişe uyarlanmakta güçlükler yaratıyor. Okurun güçlük çekmesinden daha önemlisi, karakterlerin de güçlük çekmesi. 1980’den 87’ye, sonra 88’e geçmekte ciddi bir sorun yokken, bir anda 1996’ya gitmek ve orada uzun süre kalmamak, hele ki kendimizi 2019’da buluvermek öykü açısından da çok iyi seçimler değildi olasılıkla.
Şükran Yiğit, herhalde romanı bir tür panorama olarak düşündüğü için bu seçimi kendisini huzursuz etmemiş, ama bazı atlamalar yeterince geliştirilmediği için o bölümün 1996’da geçmesiyle 1990’da geçmesi arasında karakterler ve öykü açısından büyük bir fark yok.
Bu atlamaların yeterince geliştirilmemesi şu anlama geliyor: Aslında Filiz de, ablası rolündeki Mine de sürekli hemen hemen aynı karakter. Biz arada yaşadıklarından haberdar oluyoruz ancak karakterlerin örneğin 20-25 yıllık atlamalar sonunda bambaşka insanlara dönüştüğünü görmüyoruz, 1996’da neyse 2019’da da o, üstelik 1988’de neyse 1996’da da oydu zaten. Bu durum ne yazık ki bu zaman atlamalarını biraz boşa düşürüyor.
Karakterler aslında iyi yazılmış, canlı karakterler olmasına karşın öyküdeki bu aksaklık yüzünden sonunda yeterince geliştirilmemiş kalıyor. Yani 1980’lerdeki Mine ve Filiz kanlı canlı, iyi tanıdığımız karakterlerken 1996’daki, 2019’daki Mine ve Filiz yeterince geliştirilmediği için 1980’dekilerin silik bir yansıması oluyor. Denebilir ki karakterler de öykü ve kurgudaki aksaklıklardan çekiyor biraz. Oysa güçlü ve keyifli bir dili var Şükran Yiğit’in; daha iyi kurgulanmış, ya da benim yazınsal zevklerime daha uygun bir öyküye kavuşturulmuş bir yapıtını büyük heyecanla okuyabilir ve çok sevebilirdim.
Elbette, her zaman olduğu gibi, bunlar benim yazınsal tutumumdan kaynaklı eleştiriler. Kitabın oldukça sevilen bir kitap olduğunu belirtmem gerek, bu da belki pek çok okurun benim takıldığım noktalara takılmamış olduğunu gösteriyor.
Burası Radyo Şarampol; ilgiyle ve keyifle okuduğum, vurucu, akıcı bir dilin, iyi yazılmış şehirlerin ve canlı karakterlerin, öykünün işleyişinin gölgesinde kaldığına ve potansiyelini gerçekleştiremediğine inandığım bir roman.
Okumalı mısınız?
Beğendiğim şeyler denli beğenmediğim şeylerin de üzerinde durduğum bir inceleme olduğu için bu, bu soruya yanıt vermek biraz daha güç. 1980’lerden 2019’a, Türkiye’den Almanya’ya uzanan bir büyüme romanı okumak isteyen, hele ki dönemin müziğini seven okur için okumaya değer bir kitap bu, seviliyor ve sevilecektir de. Buna karşın bana kalırsa Şükran Yiğit bundan çok daha iyisini yazacak güçte bir kaleme sahip. Umarım üretmeyi sürdürür, olasılıkla bundan sonraki romanlarını bundan daha büyük coşkuyla önerebileceğim çünkü.