İlkin Şilan
J. G. Ballard’ın Kristal Dünya’sı, bitirdiğim an sıcağı sıcağına sevdiğim bir kitap değildi. O nedenle bu yazıyı yazmak için biraz beklemiş olmama seviniyorum çünkü zihnimde demlendikçe bu kitabı takdir etmeye başladığımı hissediyorum. Özünde bir distopyayı anlatan Kristal Dünya, benim kendi okur serüvenimde yeni bir soluk oldu. Ballard, distopya konseptine sadece savaşılması gereken ve çoğu zaman eser içinde sadece uzam görevi gören bir olgu olarak yaklaşmadan da distopik bir evren yaratılabileceğini gösterdi.
Öncelikle biraz kitabın konusundan bahsetmek istiyorum. Bir cüzzam hastanesinde çalışan doktor Sanders, eski aşığının peşinde (aslında bana sorarsanız tam olarak ne yaptığını da bilmeden) bir yolculuğa çıkıyor. Bir “dost ziyareti” olarak başlayan bu gezi, etkileyici olduğu kadar korkutucu bir orman, gizemli insanlar, biraz dengesiz bir rahip, göz alıcı kristaller ve bir türlü gidilemeyen küçük bir kasaba ile oldukça aksiyon dolu bir maceraya dönüşüyor Sanders için. Hikaye süresince canlı cansız her şeyin uzak durmaya çalıştığı orman ana karakterimizi sürekli kendine çekiyor. Daha sonra ormanın bir kristalleşme sürecinde olduğunu öğreniyor, “anti-zaman parçacıkları” denilen maddelerin “zaman parçacıkları” ile çakışmasından ötürü aslında kristalleşerek zamanda donuyor.
İşte aslında tam bu noktada kitap normalde bir distopyadan bekleyeceğiniz ilerleyişten sapıyor. Kitap süresince bu fenomeni inceleyen bilim adamlarını, durdurmak için zamanla yarışan cesur kahramanları veya kendini kurtarmaya çalışan insanların dramını okumuyoruz. Tabi ki bunlardan biraz bahsediliyor ancak “Birileri gelip ne olduğuna bakacak.” gibi birkaç cümleyle sınırlı kalıyor.
Yazar eser boyunca bunun çözümsüz ve kaçınılmaz bir durum olduğunu okuyucuya hissettiriyor ve buraya odaklanmamaları gerektiğinin sinyalini veriyor. Karakterlerin iç yolculuklarına doğru yönlendirilen okuyucular, karakterlerin hem birbiri ile hem de orman ile geliştirdiği simbiyotik ilişkileri incelerken, felaketlerde ortaya çıkması beklenen kaosun eksikliğini yadırgamıyor, “Yahu bu insanlar neden kaçmıyor?” sorusunu sormuyor. Bu durumun Ballard’ın ustalığını bir kez daha kanıtladığını düşünmeden edemiyorum çünkü okur ile böyle bir sözsüz anlaşmayı kurabilmek gerçekten de oldukça etkileyici.
Kitap zıtlıklar ve benzerlikler yoluyla kurulmuş alt mesajlarla dolu. Sanders’ın eski aşığı Suzanne ve yeni aşığı Louise gece ve gündüz gibi (zaten ana kahramanımız da bunu söylemeden geçemiyor). Hatta öyle ki aynı ortamdayken biri gece biri de gündüz sahneye giriyor. Biri sanki geçmişi, zamanda takılı kalmayı, geçmişe tutunmayı ve bir hastalık halini sembolize ediyorken diğeri iyileşmeyi, ilerlemeyi ve geleceği vadediyor Sanders’a. Bu nedenle de Sanders’ı kitap boyunca izledikten ve oldukça iyi tanıdığımı hissettikten sonra kitabın sonunda yaptığı seçim beni çok şaşırttı.
Kitaptaki hastalık seçiminin cüzzam olması da tesadüf değil tabi ki. Kristalleşme süreci ve cüzzamın insanlarda ve ormanda birbirine paralel ilerleyişi, cüzzamlıların ormanla uyum içinde betimlemeleri okurun kristalleşme denilen fenomeni daha iyi anlamasına yardımcı oluyor.
Dediğim gibi, ilk okuduğumda aslında kitaptaki birçok öge benim için havada kaldı. Kitaba dair birçok eleştiri okuma ihtiyacı hissetmem de sanırım bu nedenleydi. Ama ilerleyen günlerde bu kitabı aklımdan bir türlü çıkaramadım ve bir anda yaşadığım mini aydınlanmalarla kendimi bu kitabı çok takdir ederken buldum. Dilinin oldukça akıcı olması sebebiyle okuması oldukça kolaydı ancak alt mesajların kendini bir anda okura sunmaması sebebiyle de bir o kadar zordu.
Okumalı mısınız?
Ben şahsen bu kitabı çevremdeki herkese tavsiye ediyorum. Daha önce okuduğunuz distopyalardan çok farklı ama eşit derecede etkileyici bir kitap okumak isterseniz okumalısınız.