Neden Sally Rooney ve ben Avrupa’daki yazlık evler hakkında yazmadan duramıyoruz?

İlkin Şilan

Sally Rooney’yi tanıtan uzun bir giriş yapmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Kitapları sayısız ülkede ilk sıraya yerleşmiş İrlandalı yazar, daha sonra kitaplarının televizyon uyarlamalarıyla adını daha da büyük kitlelere duyurmayı başardı. Sally Rooney’nin dili, karakterleri, siyasi duruşu gibi birçok konuda yazılar yazıldı, çizildi. Ancak ben bugün yazarı ve eserlerini çok farklı bir açıdan ele almak istiyorum. Üzerinde durmak istediğim konu, ilk duyduğunuzda size saçma gelebilir ancak ben yazarın her kitabında kendimi bu konuyu düşünürken buluyorum: Neden Sally Rooney ve ben Avrupa’daki yazlık evler hakkında yazmadan duramıyoruz?

Bir grup karakterin Akdeniz kıyısında bir yaz geçirdiği olay örgüleri, edebiyat dünyasında yeni veya az rastlanılan bir şey değil. Örneğin Andre Aciman’ın Beni Adınla Çağır adlı romanı, daha sonra filminin de artırdığı popülaritesiyle, birçoğumuzun Kuzey İtalya’da bir ev sahibi olma rüyalarını yeniden ateşledi. “European summer” hayali, doğası gereği romantik bir hayal olması sebebiyle aşk kitaplarına konu oldu. Yunan mitolojisi ve kurguyu birleştiren edebiyat akımları da Akdeniz’in büyüsünü “insanüstü” bir platforma taşıdı.

Sally Rooney, Normal İnsanlar romanında Marianne ve Connell’ı İtalya’ya, Arkadaşlarla Sohbetler’de Frances ve Nick’i Fransa’ya, yazlık bir tatil evine gönderiyor. Aynı şekilde Güzel Dünya Neredesin? adlı romanında Alice ve Felix, Alice’in işi sebebiyle Roma’da bir süre geçiriyor ve Eileen Paris’te yaşayan Simon’ı görmeye gidiyor. Bu uzamlar sadece lokasyon çeşitliliği yaratmakla kalmıyor, karakterlerin yaşadığı duygusal yolculuklara veya onlar için dönüm noktası olacak olaylara ev sahipliği yapıyor.

“İnsan arkadaşını tatilde tanır.” sözünün doğruluğunu kanıtlar biçimde, Connell, Marianne’in daha önce hiç karşılaşmadığı, daha doğrusu karşılaştığı ancak tam olarak anlamlandıramadığı bir yönüyle İtalya’da bir yazlıkta karşılıyor. Okur bu noktada küçük nüanslar seziyor. Mesela Marianne’in sevgilisi Jamie’yle olan dinamiğinde bir problem seziyor. Marianne’in Jamie’nin ırkçı yorumları karşısında yorum yapmamasını ikiyüzlü buluyor çünkü Marianne İsrail-Filistin problemlerini herhangi bir partide tutkuyla konuşacak kadar duyarlı bir kız. Zamanında kendi sevgilisi Helen’a karşı da bunu savunmuş.

Connell aynı akşam kendini Marianne ve Jamie arasında patlak veren bir kavgayı ayırırken buluyor. Kavgadan sonra yalnız kalmak istemeyen Marianne, geceyi Connell’ın odasında geçirmek istiyor. Bir noktada Connell o anda Marianne ile fiziksel olarak yakınlaşabileceğini ve Marianne’in çok büyük ihtimalle bu durumu kabulleneceğini, kendini Connell’in kontrolüne bırakacağını düşünüyor. Marianne’in kendisine karşı bu konudaki itaatkarlığını biliyor. Böyle bir yakınlık Marianne ile tanıdığı güvenli bir yakınlık. Oysa Connell’in düşündüğünün aksine Marianne, daha önce yapmadığı şekilde çok daha farklı bir yakınlığa açık olduğunu belli ediyor, ailesiyle olan dinamiğinden, öz değer ve saygı eksikliğinden ve hissettiği derin yalnızlıktan bahsediyor. Connell bu durum karşısında hem çok etkileniyor hem de çok şaşırıyor.

Marianne ve Connell’ın gizli gizli görüşürken, birlikte yaşarken, arkadaş olarak buluşurken konuşmadığı konuların burada ortaya çıkmasının “Karakterleri İtalya’ya kadar getirdik, bu sahneye de bir olay koyayım” düşüncesinden öte bir durum olduğunu düşünüyorum. İnsanların tatilde gündelik hayatlarında farklı hareket etmeleri, farklı hassasiyetler edinip bazı konularda daha açık olabilmeleri benim de deneyimlediğim bir konu. O nedenle biraz internette gezindim, bu konuda araştırma yapılmış mı merak ettim. Bu durumun karşılaşılan bir fenomen olduğunu görmek beni şaşırtmadı.

Travel Supermarket adlı bir turizm şirketinin İngiliz katılımcılarla yaptığı bir anketin sonucuna göre katılımcılardan %51’i tatildeyken kişiliklerinin değiştiğini söylüyor. Bazıları daha sakin ve rahat bazıları ise daha gergin ve heyecanlı insanlara dönüştüklerini ifade ediyorlar. Psikolog Patricia Furness-Smith bu durumu “bilindik konfor alanlarından çıkan insanlar için artık günlük hayatlarında uydukları kuralların değişmesi, sınırların kalkması, çeşitli sebeplerden hissedilebilen baskının azalması, yeni deneyimden beklentilerin farklılaşması” gibi sebeplere bağlıyor. Yani bu sadece kurgu dünyasının sınırları içerisinde deneyimlenen bir şey değil, okurlar olarak bizler de tatile çıktığımızda normalde olduğumuz insanlar olmayabiliyor, günlük hayatımızda davranacağımız gibi davranmayabiliyoruz.

Romanlara dönecek olursak Frances ve Nick hakkında konuşmamız yerinde olacaktır. Frances ve Nick için Fransa’daki yazlıkta sınırlar tam anlamıyla kalkıyor. İlişkileri hakkında ciddi riskler alıyor, ciddi konuşmalar yapıyor, birbirlerine kendilerini açıyor, bazı kapıları ise kapatıyorlar. Bunu normalde olacağından daha zor bir şekilde, evlerinden kilometrelerce uzakta, birçok insanla aynı evin içindeyken yapıyorlar. Oysa Dublin’de, köşe kapmaca oynamazken her şey daha kolay olabilirdi. Bu öyle bir köşe kapmaca ki hem Nick hem Frances çevrelerindeki insanlar tarafından sorguya çekiliyor, suçlanıyor, hatta Bobbi tarafından yakalanıyorlar. Ancak yaşadıkları en derin konuşmalar ve cinsel yakınlaşmalar bu uzamda yaşanmaya devam ediyor. Fransa’daki o evde, Frances babasıyla olan ilişkisini masaya yatırıyor, Nick Frances’in hayal ettiği insan olmadığını gösteriyor. O evde Frances Nick’i sevdiğini ancak Nick’in onu sevmediğini anlıyor.

Hem Normal İnsanlar’da hem de Arkadaşlarla Sohbetler’de Akdeniz kıyılarına doğru seyahatler, karakterlerin ilişkisinin ilerleyen dönemlerinde yaşanıyor. Sally Rooney, Güzel Dünya Neredesin? kitabında ise bu anlamda farklı bir yön izliyor. Alice ve Felix’i görece ilişkilerinde erken, birbirlerini tam tanımadıkları bir dönemde Roma’ya gönderiyor. Alice’in işi için birkaç günü Roma’da geçiren bu ikilinin bu tatili atlatıp atlatamayacakları okur için bir muammaya dönüşüyor. Alice ve Felix önceki kitaplardaki karakterlere benzer bir çözülme yaşıyorlar. Felix’in daha ekstrem yönleri, Alice’in ise daha kırılgan yönleri ortaya çıkıyor. Hem beraber hem de ayrı geçirdikleri birkaç günde birbirlerine karşı nefretten sevgiye geniş bir yelpazede duygular hissediyorlar. Bu durum geride bıraktıkları küçük kasabadaki dinamiklerine göre oldukça yoğun ve çalkantılı. Öyle ki Alice bir noktada Eileen’e yazdığı bir mektupta yabancı birini yurtdışına getirmekten duyduğu pişmanlıktan bahsediyor.

Yazı ve yazlık günlerini romantize etmemek gerçekten de çok zor. Fark ettim ki kendi başladığım, tamamladığım veya tamamlamadığım öykülerin önemli bir kısmı yazın Akdeniz kıyılarına inen insanları anlatıyor. Karakterlerin yolculuklarını yazlık bir uzamda başlatmak bir tür kolaya kaçmak mıdır? Bu yazıyı yazarken bunu düşünmeden edemedim. Kişileri normallerinde değil bir tür anomali halinde göstermek onlara rutin yaratmaktan, oturmuş bir karakter vermekten, onlara bir ev yaşamı ve günlük arkadaşlar yaratmaktan daha kolay olabilir. Sally Rooney’in romanlarında yaptığı şey tabi ki bu değil, Rooney onlara bahsettiğim her şeyi olay örgüsünün bir noktasında sağlıyor. Ben ise karakterlerimi günlük hayatlarının bir parçası olmayan bir yazlıkta, bir kumsalda, bir sahil kafesinde var ediyorum. Tarafsız olamayacağımı bilerek bunun kolaya kaçmaktansa, bu ruh halini incelemeyi sevmemden kaynaklandığını söylemem gerek. Normalinden uzaklaşmış birinin onun için hem nostaljik hem de yabancı bir lokasyonda var olma hali bana büyüleyici geliyor. Akdeniz kıyılarını düşünmek bana böyle bir şey hissettiriyor, nostaljik bir yabancılık. Marianne’in yeni arkadaşları ile kaybettiği babasının özenle seçtiği şampanya bardaklarının olduğu eve gelmesi gibi…

Belki de Sally Rooney de ben de sonsuza dek Akdeniz kıyıları, yazlık evler, kendini arayan karakterler, “anti-hero”lar hakkında yazmadan duramayacağız, kim bilir?

Blog at WordPress.com.