Kore Edebiyatıyla Geçen Bir Ay

İlkin Şilan

K-pop’un son birkaç yıldır dünyayı kasıp kavurduğu bilinen bir gerçek. Sevelim veya sevmeyelim hem stilleriyle hem şarkılarıyla hem de hayran kitlesiyle göz ardı edilemeyecek bir yükselişte olan bu müzik türü popülaritesini öyle yakın zamanda kaybedecek gibi görünmüyor. Ancak Kore’den tüm dünyaya hızla yayılan tek şey müziği değil. Son zamanlarda bir kitapçıya girdiyseniz birbirinden farklı Koreli yazarların kitaplarıyla raflarda karşılaşmışsınızdır.

Son bir ayda çok bilinçli bir şekilde kitap alışverişi yapmaktan kaçındığımı itiraf etmem gerek. Hem kitaplığımda duran ve okumadığım hem de yeni aldığım kitapları önüme dizerek bir okuma planı çıkarmaya karar verdim. Kitaplarımı grupladığımda bir şekilde elime geçmiş, Kore edebiyatına ait eserleri fark ettim. Böylece minik bir araştırmaya giriştim.

Bu araştırmanın sonunda ise, elimdeki kitaplardan yola çıkarak, Kore edebiyatına hızlı bir giriş yapmamı sağlayacak güzel bir liste oluşturduğuma inanıyorum. Bir ayımı yalnızca Kore edebiyatı okuyarak geçirme maceram böyle başladı. Bu bir ayda neler okuyup neler hissettiğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Booktuberlar öneriyor: Lanetli Tavşan

Bora Chung, Lanetli Tavşan’da farklı türlerdeki öykülerini bir araya topluyor. Rus, Doğu Avrupa ve Slav edebiyatları üzerine çalışmaları bulunan, aynı zamanda çevirmenlik de yapan Chung’ın yazar olarak çok kültürlü bir edebi dili var. Kitap için yazdığı son söz aslında kitap hakkında çok temel bir noktaya parmak basıyor: Kitabın karakterleri yalnız, üzgün ve tuhaf karakterler olmalarının yanı sıra kasvetli bir dünyada yaşıyorlar. Bazıları insan olmasalar veya aslında yaşamıyor dahi olsalar, hala bir mücadele vermek ve başlarını suyun üzerinde tutmak zorunda hissediyorlar. Bana sorarsanız birçok öykünün temel kırılma noktasını bir ihanet oluşturuyor ve karakterler bu ihanetle mental ve fiziksel bakımdan başa çıkmanın bir yolunu arıyor. Bazıları pasif, bazıları saldırgan, bazıları kabullenici bir tutumla, uğradıkları ihanet sonucunda iyice farkına vardıkları kocaman bir yalnızlıkla savaşıyor.

Kitaptaki her öyküyü aynı seviyede anladığımı söyleyemem. Yara İzleri öyküsünü birden çok kez okuduğum halde tam olarak kavrayabildiğimi düşünmüyorum mesela. Okuduğum her cümleyi anladım, metaforların ne anlattığını biliyorum. Çok güzel bir öykü okuduğumu da anlıyorum ama okurken bir şekilde bu öykünün kilidini kıramadığım hissinden kurtulamadım. Bu da bana kitaptaki her öykünün farklı insanları tam on ikiden vuracak yanları olduğunu hissettirdi. Mesela ben Kafa ve Vuslat öykülerini okurken gerçekten çok etkilendim. Kafa öyküsündeki korkuyu ve yabancılaşmayı, Vuslat öyküsündeki kederi ve kabullenişi iliklerime kadar hissettim, bana çok tanıdık bir histi, sanırım bu öykülerin on ikiden vurması beklenen insan bendim.

Birçok kişinin yorumlarında bu kitabın beklentilerinin altında kaldığını okudum, bunun sebebinin öykülerin genel dünyasının birbirinden çok farklı olması olduğunu düşünüyorum. Eski bir krallıkta geçen bir masaldan bir anda gelecekte, yapay zekanın çok geliştiği bir evrendeki hikâyeye atlayabiliyor yazar. Kitap aynı türde öykülerden oluşmuyor. Bunun ara sıra bir kafa karışıklığına sebep olduğunu kabul etmem gerek.

Gerçekle hayal arasında gezen bir zihin: Bir Katilin Güncesi

Bir Katilin Güncesi, adından da anlaşılacağı üzere gençliğinde bir seri katil olan, ancak yakalanmamayı başaran bir katilin yaşlılığında kaleme aldığı güncesi olarak kurgulanmış. Kitap karakterin cinayetlerindense kendi yaşamına ve katil oluşuna dair düşüncelerine odaklanıyor.

Kitabın tek katili aslında ana karakterimiz değil, mustarip olduğu Alzheimer hastalığı da adeta anılarını öldürmeye başlamış bile. Zihni bu durumdayken evlatlık kızını mahalledeki bir başka seri katilden korumaya çalışması oldukça zor bir göreve dönüşüyor. Aynı zamanda geçmişi karıştıran bir polis memuru da onun için bir tehdit oluşturmaya başlıyor. Yazmak ve sesini kaydetmek ise bu noktada en güçlü silahı haline geliyor.

Ancak zihni bu konuda da oldukça bulanık. Gerçekle hayalin sınırlarını kaybediyor, hatırlayamadığı boşluklarda yaptığı söylenen şeylerle bir türlü bağdaştıramıyor kendini. Okur da aynı şekilde kitap boyunca neyin gerçek neyin katilin zihninin bir oyunu olduğunu tam olarak çözemiyor.

Okur için oldukça fazla bilinmez içeriyor bu öykü. Katil kızını kurtarabilecek mi? Kendisi geçmiş suçlarından paçayı yırtabilecek mi? Kızı ile ilişkisindeki kırılmalar bu “emekli” katili de kırılmaya itecek mi? Ortaya çıkan yeni seri katil kim? Bu sorular hikâyeyi kesinlikle sürükleyici bir hale getiriyor. Anlatıcının zihin bulanıklığı okumayı kolaylaştırmadığı halde benim için hızlı bir okuma deneyimiydi diyebilirim.

Öykünün sonu beklediğim gibi olmadıysa da, beni şok etti diyemem. Kitabın beni tatmin edip etmediği konusunda uzunca düşündüm ama kesin bir sonuca varamadım. Öykünün sonunun bana insan zihninin, özellikle de hasta bir zihnin kendine yapabileceklerini düşündürmesi belki de tüm kitabın en ilgi çekici noktası oldu. Yazarın bu konuda hakkını vermeden edemeyeceğim.

Anneler ve kızları: Kızım Hakkında Her Şey

Şu ana kadar okuduğum 3 kitap arasından en etkilendiğim kitap Kim Hye-Jin’in Kızım Hakkında Her Şey adlı romanı oldu. Hikâye bir bakımevinde hastabakıcılık yapan bir kadının ağzından; lezbiyen kızı Green (anne bunun kızının gerçek ismi olmadığını defalarca belirtiyor ancak gerçek ismini bilmiyoruz), kızının “O” ifadesiyle tanımladığı partneri Rain (Rain ismi anne tarafından asla kullanılmıyor) ve bakıcılık yaptığı yaşlı kadın Jen gibi karakterlere ek olarak yalnızlık, yaşlanma, topluma ayak uydurma gibi kavramlarla ilgili düşüncelerini anlatıyor.

Kim Shin Hyunkyung’un kitabın sonunda yer verilen yorumunda belirttiği gibi, annenin ağzından anlatılan anne-kız dinamikleri edebiyatta işlenmesi gerektiği kadar sık işlenmiyor. Bu kitaptaysa anne olmanın temel kaygılarını çok dürüst bir pencereden izliyoruz. Anne kızının eşcinsel olmasına oldukça karşı ancak bu karşı duruşa sebep olan her şey aslında topluma karşı duyulan korkudan doğuyor. Anne kızının toplumdan göreceği baskıdan, ilerleyen yaşlarında bir çocuk sahibi olmayacağı için, baktığı yaşlı Jen gibi ölmesinden, “erkek ve kadının birbirine vereceği zevkten” dahi mahrum kalmasından korkuyor. Sürekli belirttiği üzere anne ideal bir toplumda yaşamadıklarının farkında ancak kızında bu farkındalığın olmadığını düşünmesi kızı için büyük bir endişe duymasının ana nedeni. Ancak biraz da kızının etkisiyle, kitabın sonuna doğru korkunun ecele faydası olmadığını anlıyor.

Ayrıca çok büyük bir mite de aslında meydan okuyor bu anlatı, annelerin çocuklarını her koşulda sonsuz bir sevgiyle seveceği mitine. Anne karakteri evladını tabii ki seviyor ancak kızının olduğu kişiden, kişiliğinden, hayattaki duruşundan hiç hoşlanmıyor. Hikâyenin tamamında annenin kendi kızı Green’dense, kızının partneri Rain’e daha benzer olduğunu okuyoruz. “O” yani Rain anneye bakıyor, anlayış gösteriyor, ihtiyaçlarına karşılık veriyor. Rain’in bir işi var ve çalışıyor, kirayı ödüyor. Yine de annenin Rain’e karşı duyduğu tiksinti uzun bir süre biraz olsun azalmıyor. Rain’i ne olursa olsun evden yaka paça atma hayalinden bahsediyor. Eğer Rain anne karakterinin kızı olsa ve Green, Rain’in partneri olarak eve gelse eminim ki anne, eve gelen bu dediğim dedik, kavgacı, inatçı, işsiz çoktan Green’i kapı dışarı etmiş olurdu. Annenin Green’e kendi kızı olmadığı bir senaryoda katlanabileceğini hayal edemiyorum.

Hikâyenin başında dinlediğimiz kadın mucizevi bir şekilde kızını kabullenip hayatıyla barışmıyor, çok yavaş ama önemli küçük değişimler geçirerek kitabın başında olduğu kişiden yavaşça uzaklaşıyor. Annenin Rain ile sarılarak ağladığı bir son çok zorlama olurdu ve gerçekçi hissettirmezdi. Anne eğer bir gün iç huzura ve kızının seçimlerine yönelik bir kabullenişe ulaşacaksa önünde daha uzun yol olduğunu biliyor, bunu okur da hissediyor. O sona ulaşır mı, ömrü yeter mi orasını ne yazık ki bilemiyorum.

Klostrofobik bir hikâye: Çukur

Bir seri katilin anılarını okuduğumuz ve beyninin içine seyahat ettiğimiz kitabın listenin en korkutucu kitabı olmasını beklerdim. Ancak bu listede okuduğum en rahatsız edici kitap kesinlikle Çukur’du.

Çukur, bir araba kazası sonrası eşini kaybeden ve kendisi de felç kalan bir adamın gözlerinden kaza sonrası hayatını anlatıyor. Sadece hareket etme yetisini değil konuşma, iletişim kurma yetisini de kaybeden adam yattığı yerden evliliğini, gençliğini, çocukluğunu düşünüyor. Hayatta kalan tek yakını, ölen eşinin annesi olduğundan tamamen onun kararlarına bağlı olarak yaşıyor. Ölen eşinin annesi hem okur için hem de anlatıcı için tam bir gizem. Kayınvalide damadına olan ilgisinde samimi mi yoksa yapmacık mı başta arada kalsak da kitap ilerledikçe kayınvalide daha da karanlık bir havaya bürünüyor. Bahçeye kazmaya başladığı kocaman çukur da okuru iyi şeylerin beklemediğinin sinyalini veriyor.

Bu kitabın klostrofobik bir eser olduğundan bahsederken abartmıyorlarmış. Kitabı okumakta oldukça zorlandım, zaman zaman derin nefes almam gerektiğini hissettim. Kişinin kendi bedeninde hapsolması hissinin yanı sıra ana karakterimiz Ogi, kayınvalidesinin zamanla onu sosyal olarak izole etmesinden ve odasının camlarından dışarıyı görmesini bile engellediğinden olsa gerek, tek bir odanın içinde de sıkışmış durumda. Kendi düşüncelerinden başka dayanacak hiçbir şeyi kalmayan karakterimiz zihninin içinde de oldukça karanlık bir yere çekilmekten kendini alamıyor. Ogi’nin pek de sevilecek bir karakter olmaması bile okuru rahatlatmıyor, okurken duyulan üzüntüyü azaltmıyor.

Yazara karşı yapılan eleştirilerden en sık karşıma çıkanı, yan karakterlerin olay örgüsü boyunca kısıtlı gelişimi ve anlatımıyla ilgiliydi. Ben şahsen buna katılmıyorum. Ogi’nin, yani ana karakterimizin ağzından dinlediğimiz bu hikâyede okur Ogi’nin benmerkezci kişiliği ve diğer insanlara karşı tutumuyla erkenden tanışıyor. Ogi’nin anlatım tarzında diğer insanların kısıtlı varoluşu, onlarla adeta kendisiyle olan ilişikisinden bağımsız bir bağlamda ilgilenmemesi bana oldukça normal geldi. Ogi’nin anlatımı sebebiyle bu insanların karikatürize edilmiş karakterlere dönüşmesi bana tam Ogi gibi bir insanın düşünce akışında yer bulabilecek türde anlatımlar gibi geldi.

İşte bu birbirinden farklı ancak bir o kadar etkileyici dört kitapla Kore Edebiyatı’na sağlam bir giriş yaptığımı hissediyorum. İşin başında, bu kadar zengin bir edebiyata ve bu kadar yaratıcı kurgulara adım attığımın farkında değildim. İlk kez Latin Amerika edebiyatında tanıştığım ve oldukça hoşuma giden, kurguya ustaca yedirilmiş gerçeküstü imgelerin Kore edebiyatına da nüfuz etmiş olması beni çok sevindirdi.

Kore edebiyatı üzerine derinlikli bir tartışma açabilmem için oldukça erken olduğunun farkındayım. Ancak şimdilik söyleyebilirim ki Koreli yazarlara gelecekte kitaplığımda oldukça geniş bir yer ayıracağım gibi gözüküyor.

Okuduğum her kitap beni bir sonraki için heyecanlandırdığından, bu yazıyı, Kore edebiyatıyla geçen bu bir aya sığdıramadığım ama okumayı planladığım kitaplarla ilgili duygularımı paylaşarak sonlandırmak istiyorum:

Sokço’da Kış
Elisa Shua Dusapin

Sokço’da Kış’ın tanıtım yazısı “Güney ve Kuzey Kore arasındaki sınırda yer alan, kışın pek de bir cazibesi olmayan, soğuğun her şeyi yavaşlattığı liman kenti Sokço’ya Normandiyalı bir yabancı ayak basar.” cümlesiyle başlıyor. “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” sözünün hakkını vererek beni heyecanlandıran bu eser Fransız-Koreli yazarın ilk kitabı olmasına rağmen adında çokça söz ettirdi. Benim de okuma listeme girmiş oldu.

Vejetaryen
Han Kang

Kore edebiyatına dair açtığınız herhangi bir listede bahsi geçen üç kitaptan biri Vejetaryen olacaktır. Ben konusunun bana ağır geleceğini hissederek, bu kitabı hemen okumamaya karar verdim. Ancak okuyan herkesin oldukça etkilendiği aşikar. Bir gün aniden et yemeyi bırakan bir ev hanımının evliliğinin, aile dinamiklerinin, cinselliğinin, kısacası tüm hayatının yavaş yavaş değişmeye başlamasını anlatan bu kitabı hazır hissettiğimde kesinlikle okuyacağım.

Tanıdık Şeyler
Hwang Sok-yong

“Tanıdık Şeyler, eşyaya meftun kentlilerin kullanıp attıklarından kendilerine yeni bir dünya kuranların olağanüstü hikâyesi.” cümlesini okuduktan sonra bu kitabı listeme almamam açıkçası mümkün değildi. Kore edebiyatının güçlü kalemlerinden olarak görülen Hwang Sok-yong da, bu listedeki tüm yazarlar gibi, ilk kez okuyacağım bir yazar olacak.

Blog at WordPress.com.