Şule Tüzül
Mahir Ünsal Eriş’in ilk kurgudışı kitabı Babil Kulesi Kitabı’nın ilgi çekeceğini tahmin ediyordum ama bu kadar çok ilgi çekeceğini tahmin etmiyordum açıkçası. Mahir Ünsal Eriş ne yazsa okurum diyen önemli bir okur kitlesi var, ben de onlardan biriyim, yine de herkesin dil konusunda yazılmış bir kitaba bu kadar yoğun ilgi göstermesi şaşırtıcı ve sevindirici. Eriş, çok özel yazarlarımızdan biri. Çok üretken bir yazar. Bugüne kadar roman ve öyküleriyle, birçok gazete ve dergide yer alan edebi yazılarıyla tanıdık onu. Bu şahane kitapları ve yazıları nedeniyle bir dil ustası olduğunu söylüyorduk birbirimize okurları olarak. Töre Sivrioğlu ile yaptıkları Geri Dönüyoruz isimli podcast programını takip edenler, birçok dil bildiğini ve dil konusunda önemli bir birikime sahip olduğunu da bu sayede öğrenmişti. Ama Babil Kulesi Kitabı’yla gördük ki dil ustalığı bizim tahminimizin çok ötesindeymiş…
Kitabı şimdi uzun uzun anlatacağım ama son söyleyeceğimi hemen söyleyeyim: Babil Kulesi Kitabı şahane bir kitap. Dile ilgisi olmayanların bile keyifle okuyacağı bir kitap, ki kitabı okuyunca görüyoruz; dile ilgi duymamak mümkün değil, hatta bir eksiklik diyebiliriz. Eriş, dil ustalığını Babil Kulesi Kitabı’nın anlatımında da gösteriyor; kitabın son derece mütevazı, içten, her okuru kendine çekebilecek sadelikte bir dili var. Aynı zamanda mizahı elden bırakmayan bir anlatım, sizi sık sık gülümsetiyor. Eriş bilgi aktarımı yapmıyor, okurla tatlı tatlı sohbet ediyor. Okurun sıkılması, anlatılanların içine girememesi konusunda öyle hassas ki, ara sıra satır aralarında “burası biraz sıkıcı ama dayanın güzel tarafları da var” gibi cümleler sarf etse de, kitabın hiçbir yerinde sıkılmadım. Sıkılanı da duymadım. Hatta önsözde lafı fazla uzatmayayım diyor ama keşke uzatsaymış, öyle güzel bir önsöz yazmış ki. Önsözde, kitabın arka kapağında da yer alan, şöyle bir dil tanımı var mesela:
“Dil çok büyülü bir şeydir. İnsan, öğrendiği, kapısını araladığı her dille başka bir insan olur. Çünkü dil öğrenmek yalnızca zihni kelimeler ve gramer kurallarıyla doldurmaktan ibaret değildir. O insan topluluklarının içine bakmaktır; en içine bakmak. Çünkü dilden hiçbir şey saklanamaz. Bir toplumun belleğinde yer eden her şey dilde iz bırakır. Örneğin ‘bağzı şeyler’ dediğimde hepimiz ortak bir anıyı hatırlarız. Çünkü o anı, dilde iz bırakmıştır.”
Önsözün başka bir cümlesi ise şöyle: “Başka bir dil, başka bir düşünme biçimini getirir.” Kitabın adının hikâyesi de yine önsözde yer alıyor:
“Kitab-ı Mukaddes’te insanların kibre kapılıp Tanrı’nın katına erişmek için yüksekçe bir kule inşa etmeye başladığı, Tanrı’nın ise onları cezalandırmak için o zamana kadar dilleri bir olan bu insanları dünyanın dört bir yanına dağıtarak dillerini karıştırdığı anlatılır. Kendi dil öğrenme, dillerin peşinden gitme maceramı, Tanrı’nın dillerini karıştırıp dünyaya saçtığı bu insanların hepsiyle tanışmaya çalışmak olarak gördüm hep. Bu kitabı hazırlarken de bunu gözettim. Bu nedenle ona bu adı yakıştırdım.”
Kitap on bir bölümden oluşuyor. “Biraz Dilden Konuşalım” başlıklı ilk bölümle dalıyoruz sözcüklerin dünyasına. Birçok sözcüğün binlerce yıl içinde, mitoslarla, tarihle, yaşananlarla dönüşerek günümüze gelişi heyecan verici. Öyle ki, bugün, köşeleri olmadığı halde köşeli çizdiğimiz yıldız imgesi, 5000 yıl önce Sümerlerin, sonradan Afrodit ve Venüs olarak günümüze gelen tanrısı İnanna’nın simgesiymiş. Tüm dünyada, 5000 yıl önce birilerinin belirlediği bir simgeyi kullanıyoruz, müthiş değil mi? Bugün kullandığımız astroloji, astronomi, astrofizik, astronot sözcükleri de Tanrı İnanna’dan geliyor. İnanna’nın diğer adı Aştarte, Yunancada aster oluyor çünkü.
Kitabın o kadar çok cümlesinin altını çizdim ki. Bunların bir kısmını paylaşmak istiyorum.
Sibel ismi, Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’den geliyormuş. Fransızca yorumu olan Cybele sözcüğünü Türkçeye almış ve okunuşuyla Sibel olarak benimsemişiz.
“Hindi”, Hindistanlı demekmiş. Eriş, “hindi” sözcüğünün kökenini anlattığı bölümde diyor ki; “İngilizcede Türkiye’ye hindi dendiği için bozuluyor olabilirsiniz ama siz de ona Hindistanlı diyorsunuz. Anlaşılan herkesin başına bela olmuş bir kuş bu.”
Birçok kişi biliyor olabilir ama biz yine de burada tekrar edelim: Türkçedeki geometri terimlerinin birçoğu, Atatürk’ün sağlığının en bozuk olduğu zamanlara denk gelen, 1936 ve 1937’de yazdığı Geometri isimli kitaptan geliyor. Bunlardan bazıları şöyle: açı, açıortay, alan, boyut, bölü, çarpı, çokgen, dikey, dörtgen, dikdörtgen, düzey, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, ikizkenar, kesit, konum, oran, orantı, taban, toplam, türev, uzay, üçgen, yatay, yüzey.
Bir türlü kurtulamadığımız, olur olmaz yerde karşımıza çıkıp sinirimizi zıplatan “Bayan” ise uydurma bir sözcükmüş. Eriş, ne güzel demiş: “Tarihte yer alan ‘bayan’ sözcüğü ise erkekler için kullanılıyordu. Bugün ‘bayan’ sözcüğünün ‘kadın’ kimliğini yok sayarak, kaçak güreşmek için, kadını yardıma ve muhafazaya muhtaç bir aciz olarak tarif etmek için kullanıldığı, ‘kadın’ dememek için tercih edildiği malum.” Ah tüm ülkede panolara assak şu gerçeği.
Tü kaka haline dönüştürdüğümüz birçok hayvan türünden biri domuz. Tüm hayvanları, dolayısıyla domuzları da çok severim. Onları maruz bıraktığımız muameleye pek üzülürüm. Kitaptan öğreniyorum ki, İslamiyet öncesi Türklerde domuz pek öyle hor görülen, dışlanan, lanetlenen bir hayvan değilmiş. Hatta on iki hayvanlı Türk takviminin on ikinci ayının adı Domuz Ayı’ymış. Ah nerede o eski Türkler…
“Türkçeyi ne kadar tanıyoruz? Onu yalnızca içgüdüsel bir rahatlıkla mı konuşup anlıyoruz yoksa gerçekten sırrına ve çalışma prensiplerine hâkim olarak mı tanıyoruz? Elbette birincisi. Çünkü dilimizi öğrenmiyoruz, ediniyoruz,” diyen Eriş, “Biraz da Türkçeden Konuşalım” başlıklı bölümde neredeyse Türkçeyi yeniden sevdiriyor, dilimizle gurur duymamızı sağlıyor. Kitabı çok sevmemin nedenlerinden biri de Türkçeye olan tutkumu ve inancımı tazelemesi. Kendimi bildim bileli Türkçenin yeterince zengin bir dil olmadığı, kolayca bozulacağı, yok olacağı gibi bir sürü ithamla karşılaştım. Eriş, tüm söylentileri hurafeye çeviriyor. Dilin organik bir yapı olduğunu, toplumlar tarafından değiştirilip dönüştürüldüğünü söyleyen Eriş, kitabın son bölümünde ayrıca, Balkanlardan Levant bölgesine, Mezopotamya’dan Kuzey Afrika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada Türkçenin söz varlığına rastlamak mümkündür, diyor.
Kitabın her bölümü eğlence içeriyor ama en eğlenceli bölüm “Ayıp şeyler” başlıklı bölüm. 1930’ların Türkiye’sinde ortaya çıkan ve hatta özendirilen eğitimli, mesleki becerisiyle çalışma hayatında boy gösteren kadın figürü için “hayat kadını” denirmiş. Neredeyse 50’lerin sonuna kadar çalışan kadınlar için “hayat kadını” denmiş. Zaman içinde bu ifade marjinalleşmiş. Bu durumun arka planında, toplumun büyük bölümünün çalışma hayatındaki kadının varlığından duyduğu huzursuzluğu bilinç düzeyine çıkaran bir niyet saklıydı elbette, diye belirtiyor Eriş. Bugün bu huzursuzluğun azalmak yerine arttığını görmek çok daha huzursuz edici tabii…
“Ayıp şeyler” başlıklı bölümde, birçok dil gibi Türkçenin de eril bir dil olduğunun altını çizen bir örnekle karşılaşıyoruz. “Seks yapmak” fiilinin İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca karşılıkları etken-edilgenlik ayrımı gözetmeksizin tüm taraflar için kullanılırken Türkçedeki eril bir fiil. Bu kökten, karşılıklılık esası gözeterek türetilmiş işteş fiil bile bu eril yapıya dayanıyor. Boşuna demiyoruz küfrederken dikkat edin, ayrımcılık yapıyorsunuz diye!
Kitabın kapak tasarımı için Alper Zeki’ye, sayfa tasarımı için Mert Tamer’e tebrikler. Mert Tamer, oldukça zor bir işin üstesinden gelmiş. Birçok sayfada 5000 yıllık bir tarihe ait dil sembollerini içeren bölümler yer alıyor. Bu kadar farklı harfi, karakteri, harf yerine geçen şekilleri bu kadar iyi biçimde yerleştirmek hiç kolay olmasa gerek.
Kitabı bitirdiğimizde tadı damağımızda kalıyor. Mahir Ünsal Eriş, bu kitap üzerine kendisiyle yapılan söyleşilerde, devamının geleceğine dair müjdeyi veriyor. Heyecanla bekliyoruz…
Okumalı mısınız?
Yukarıda yazdıklarım zaten size diyor ki bu kitabı kesinlikle herkes okumalı. Ama bir kez daha altını çizmek isterim. Mahir Ünsal Eriş’in dediği gibi Türkçeyi öğrenmiyoruz, ediniyoruz. Ne kadar zengin ve ne kadar büyülü bir dil konuştuğumuzu anlamak, nasıl ki öğrendiğimiz her dil ile başka insanların kültürlerine, düşünce biçimlerine yaklaşıyorsak yaşadığımız coğrafyanın insanlarıyla benzer şekilde yakınlaşabilmek için konuştuğumuz dile dair ne öğrenirsek çok kıymetli. Tanrı’nın, dillerini karıştırıp dünyaya saçtığı bu insanların hepsiyle tanışmaya çalışan Eriş gibi, Türkçe ya da öğrendiğimiz her dil ile dünyayı kucaklamanın ilk adımı olabilir Babil Kulesi Kitabı…