Edebiyat hayvan sömürüsünü nasıl etkiliyor?

Şule Tüzül

Hayvan sömürüsü konusunda dilin önemi ve yanlış kullanımları nedeni ile bu sömürüye edebiyatın katkısı konusundaki yazıma, ne mutlu bana, olumlu olumsuz birçok dönüş oldu.* Vegan olsun olmasın insanların bu konuya gösterdikleri ilgi benim için ziyadesiyle memnuniyet verici ve çok kıymetli. Eleştirilerin bir bölümü örnek yetersizliği üzerineydi. Bu nedenle ben de elimden geldiğince, karşıma çıkan örneklerle, bu konudaki yazılarımı devam ettirmeye karar verdim.

Bu yazıda insan merkezli dilin ne olup olmadığına dair birkaç örneği sizlerle paylaşmaya ve konuyu biraz daha açıklığa kavuşturmaya çalışacağım.

İlk örneğim, 2021 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Abdulrazak Gurnah’ın Kumdan Yürek isimli romanı. Kitabın ana kahramanı Salim’in hikâyesi, yoksul da olsalar iyi ve mutlu bir ailenin içinde büyüdüğü çocukluğu ile başlar. Ancak olaylar Salim’in ve ailesinin yaşamını alt üst eder. Salim’in babası zaman içinde bir insanın düşebileceği en kötü durumlara düşer ve Salim’le yaptığı bir sohbet sırasında, aşağılanmış durumda hissedişini şu cümle ile ifade eder: “Köpektim, köpek gibi hissediyordum.” Çünkü dünya genelinde birini aşağılamak için ya da aşağılanma durumunu ifade etmek için köpek ya da hayvan isimleri kullanılır. Oysa bir başkasını ya da bir canlıyı aşağılamak ya da insanın kendisini aşağılanmış hissetmesi tamamen insana özgü bir duygu ve davranış biçimi. Köpek ya da başka bir hayvanın, aşağılanma durumunu doğallıkla hak ediyor oluşu yaygın bir düşünce. Edebiyatın bu düşünceyi destekleyen değil, yok eden bir duruşu olmalıdır. Yanlış anlaşılmasın, kurgu gereği, anlatılmak istenen karakter gereği ya da hikâye özellikleri gereği elbette bu tür cümleler ve hayvanları aşağılayan durumlar bir edebiyat eserinde yer alabilir. Ancak yazar, nasıl ki bir insanı aşağılarken bu durumun doğal ve kabul edilebilir olmadığını ifade edebilen bir dil kullanıyorsa aynı durum hayvanlar için de geçerlidir. Ben bu konuda duyarlı olduğum için bu cümleye takıldım. Ama bir başka okur buna hiç takılmadan, zaten böyle olduğu kabulü ile bu cümleyi okuyup geçebilir. İşte yazar, insana olduğu kadar doğa ve hayvanlara karşı da aynı sorumluluğu taşımalı, anlatımında böyle bir duruma izin vermemelidir, diye düşünüyorum.

Diğer bir olumsuz örnek Laura Esquivel’in Acı Çikolata isimli romanı. İçinden yemek geçen romanlar, veganlar için bir facia. Bu kitabı okuduğumda ne vejetaryen ne de vegandım. Ancak içinde geçen yemek tariflerinde hayvanlara yapılanların anlatıldığı bölümleri dehşet içinde okuduğumu hatırlıyorum. Bıldırcınların canlı canlı kafalarının koparılmasını, hindi, kaz ve benzer hayvanların daha lezzetli olması için kesilmeden önce hangi korkunç süreçlerden geçirildiğini okuyup bunları doğal karşılamak ancak insan türüne has bir durum. Başka bir şey söylememe gerek var mı?

Şükran Yiğit’in Burası Radyo Şarampol isimli son romanı ise bu konuda olumlu örneklerden biri. Roman, ana kahramanı Filiz’in 14 yaşından yetişkin bir kadın olana dek geçen sürede Antalya, İstanbul ve Berlin’de geçen yaşamı üzerinden kurgulanmış, 1960 ve 70’ler Türkiyesinde doğan herkesin kendinden bir parça bulabileceği kadar yakın, doğal ve sahici bir roman. Ne veganizme ya da vejetaryenliğe ne de yakın konulara dair bir dokunuşun olduğu romanda doğa ve hayvanlar yaşamın ve kurgunun doğallığında her şeye eşit mesafede yaklaşan bir dil ile anlatılıyor. Romanda minik minik onlarca hikâye var. Bunlardan birinde Filiz çocukluğunda bir portakal ağacı ile dost oluyor. Onunla konuşuyor, dertleşiyor. Sahip olduğu ilk kitaplardan biri olan Gorki’nin Ana’sını yakılmasın diye bu ağacın altına gömüyor. Sonra Mine Ablasının saklaması gereken mektupları da ağacın altına gömüyor ve ağacının bu mektuplarla, romanın sözcükleri ile büyüdüğüne inanıyor. Başka bir hikâyede Filiz Antalya’da yaşadığı mahalleye yakın bir limana balık tutmaya gidiyor. Oltasına gelen bir karakuyruk kaçmayı başarıyor. Filiz bir an, kaçan balığın uzaklaşmadan önce dönüp ona baktığı hissine kapılıyor ve şöyle düşünüyor: “Ben kaçırmıştım, fakat o kurtulmuştu. Üstelik güçlü olan ben olduğum halde kurtulmuştu. Kalktım, misinamı topladım. Son bir kez daha karakuyruğun denizden kaybolup gittiği yere baktım, yoktu. O karakuyruğu bir daha hiç ama hiç unutmamaya söz verdim kendi kendime.” Bu tür örnekler, dilin insanı merkeze alan yapısını değiştiriyor, dönüştürüyor.

Diğer bir olumlu örnek Mahir Ünsal Eriş’in Sarıyaz isimli öykü kitabı. Mahir Ünsal Eriş bu bağlamda hayranlıkla okuduğum yazarlardan biri. Yazılarında, öykülerinde ve romanında hangi konuyu ele alırsa alsın çok yönlü bir yaklaşım izleyen, meseleleri olası her yönüyle irdeleyen, doğa ve hayvanlar kadar her kelime ve cümlesini en hassas terazilerden geçiren yazarlardan biri. “Bu dünya neden?” diye başlıyor Sarıyaz. Kitapta özellikle Dedemin Turnası isimli öyküyü okurken “Bu dünya neden?” sorusu defalarca geçti aklımdan. Yetişkinliğe doğru yol alırken doğa ile olduğu kadar aslında her şeyle olan ilişkimiz sahteleşiyor, yabancılaşıyor. Yetişkinlikten yaşlılığa doğru belki yine çocuklaşıyoruz, belki bu nedenle her şey yeniden sahici olmaya başlayabiliyor. Öykünün kahramanının dedesinde olduğu gibi. Kahramanın dedesinin bir turna ile kurduğu ilişkinin saflığı ve katıksızlığının azıcık bir parçasını bile kendi ilişkilerinde kurmayı başaramayan insanlığın ne kadar utanılası bir tür olduğunun bir kez daha altı çiziliyor bu öyküde.

“Dedem, hayvanlarla insanların birbirine hiç mi hiç ihtiyacı olmayan iki ayrı medeniyet olduğuna inanırdı. Bir kuş, ömrü boyunca hiçbir insana rastlamasa da kuşluğundan bir şey eksilmezdi. Bir insan, bir defa bile keçi sütü içmeden, dana eti yemeden yaşayıp gitse acından ölmezdi. Ama lanet gelsin ki insan da hayvan da bu döndükçe eskimiş koca dünyayı paylaşmak zorundaydı. Paylaşmak da değil ya, karşılaştıkları her noktada birbirlerine zarar veren bir kaçınma belki.”

Bir vegan okur olarak okuma tercihlerim elbette dünya görüşüme yakın yazarlar ve edebiyat eserleri oluyor. Yine de bazen karşıma bu anlamda olumsuz örnekler çıkabiliyor, yukarıda bahsettiğim gibi. Konuya dair örnekler karşıma çıktıkça bu konu üzerine devam edeceğim.

Edebiyat ve hayat birbirinden ayrılmaz iki parça, tüm sanat dalları gibi. Edebiyat, daha katlanılır bir dünyada yaşamak için, daha güzel bir dünyayı düşlemek ve umut etmek için en önemli alanlardan biri. Doğanın ve tüm canlıların yaşam hakkına saygıyı dilin merkezine alan bir edebiyat ve dünya dileği ile…

Nisan 2022

 

Blog at WordPress.com.

Altı Üstü Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et