Can Güçlü
“İçime bir ağırlık oturdu. Kayık Hüsnü’yü omuzlarından tutasım, bir bebek gibi kat kat battaniyenin içine sarasım geldi. Hüsnü’nün gözlerine bakıp, ‘Anlat, kaptan, bu halin çaresi nedir?’ diye sormak istedim. Yapamadım. Su kıyısındaki tek dut ağacının gölgesindeydik. İki adım atıp gölgeden çıktım. Çıktım ki gözlerimi yere dikmeye, Kayık Hüsnü’nün bakışlarına karşılık vermemeye bahanem olsun.”
Biz İse Yalnızca Arabalardık, Vacilando Kitap etiketiyle 2021’de yayınlanmış kısacık bir öykü kitabı.
Gerçi Alp Türkol’un ilk kitabı bu, ama bir ilk kitaptan beklenecek türlü acemiliklerden, tökezlemelerden ve en önemlisi yazarla okur arasına kallavi bir duvar gibi dikilen bir tür tutukluktan arındırılmış.
Kitapta sekiz öyküye yer verilmiş. Öykülerde yineleyen desenler bulmak olanaklı, kitaba adını veren, arka kapakta da alıntılanan ilk öykü Morfin Ali’nin baş kişisine benzer kişiler ve bu öyküye benzer tonda öyküler kitap boyunca karşımıza çıkıyor. Bunu öykülerin özgün olmadığı biçiminde yorumlamamalı; benim edindiğim izlenim, Türkol’un özellikle anlatmak istediği öykülerin tek bir karaktere sıkışıp kalmasa da birbirini andıran yaşamların öyküleri olduğu yönünde.
Alp Türkol’un capcanlı, iyi işlenmiş ama doğallıktan ödün vermeyen bir Türkçesi var. Kitapta okurun gözüne çarpan ilk şey de bu zaten: Yazımın dolambaçsızlığı, yazarın sözcüklerle bir öykü resmetmekteki doğallığı ve içtenliği. Öyküleri okurken Türkol’un yazarken metne aktardığı duygudan izler bulmak çok kolay, nerelerde yavaşladığını, metnin nerelerde daha hızlı aktığını, hangi tümcelerin, hatta sözcüklerin özellikle keyfine vararak yazıldığını yakalayabiliyorsunuz. Ya da yakaladığınıza inanabiliyorsunuz.
Öne çıkan ikinci özellik, anlatılan öykülerin Anadolululuğu. Bu benim beklemediğim bir şeydi, ama kitabı bunca sevmemde etkili olduğunu sanıyorum. Öykülerin hemen hemen hepsi taşra öyküleri. Eğer bütün dağdağasıyla bir köy anlatılmıyorsa -benim yaşamım boyunca yoksun kaldığım ama bilip içselleştirenler için önemi azımsanamayacak olan kendine özgü kültürüyle- bir mahalle anlatılıyor. Herhalde Türkol’un doğal ve canlı Türkçesinden sonra öyküleri birbirine bağlayan ikinci şey de bu. Almanya’da geçen Ev Sahibi öyküsünde bile bu kendine özgü mahalle kültürünün izleri duyumsanıyor.
Bazı öyküleri henüz çocukken yazmış Türkol, yani yıllar içinde biriktirilmiş bir öykü seçkisiyle karşı karşıyayız. İkinci öyküden başlayarak yazarın diline ve tarzına alıştığım, öykülerin dokusu da birbirine bu anlamda uyduğu için hangi öykülerin Türkol daha gençken, hangi öykülerin daha yakın zamanda yazılmış olduğunu seçmekte güçlük çektim. Ama örneğin Ev Sahibi öyküsünün, ortaya koyduğu anlatı dolayısıyla diğer öykülerden daha yetişkin olduğu izlenimini edindim, bu da beni eğlendirdi.
Öyküler arasında açık ara gözdem Bayat Levrek. Türkol’un anlatmayı seçtiği taşra öykülerine çok iyi bir örnek, kendine özgü bir vuruculuğu da var üstelik.
“Hüseyinlerin bahçe duvarına yaslanıp içeriye doğru kafamı uzattım. Tonluk kuru üzüm çuvalı gibi cüssesiyle Hüseyin tuvalet kapısının önüne uzanmış, kime olduğu belirsiz, durmadan sövüyordu. Sövüyordu demem, ne dediğini anladığımdan değil. Ağzından çıkan kelimeler kendi kulağına varmadan dağılıyordu. Ama bizim köyde, hele sabahın köründe bir adam tuvalet kapısında öylece yatıyor ve bir şeyler mırıldanıyorsa, illaki bizim orada ya da çevre köylerde birilerinin kulakları çınlıyordur.”
Türkol’un dilindeki doğallık ve akıcılık da, öykülerinde okurun önüne çıkardığı taşra insanlığı da bana Türkçenin yeni yeni serpildiği, Türk yazınının kendine özgü bir kişilik kazandığı dönemde üretilmiş yapıtları; yani 30’ların, 40’ların, yer yer de 50’lerin kitaplarını, kısaca klasik Türk yazınının önde gelen örneklerini anımsattı. Türkol da kendini burada konumlandırdığından mı, yoksa benim bu döneme ilgim dolayısıyla benzer şeyler duyumsayınca öyküleri bu döneme yakıştırmamdan mı, bilemiyorum.
Edindiğim duygu doğrultusunda söylemeliyim ki bu denli genç bir yazarın Türk yazınının bu en temel biçimini çağdaş bir kıvraklıkla, özgünlüğünden ödün vermeden yakalayabilmesi hem bu yazar açısından oldukça dikkate değer bir durum, hem de çağdaş Türkçe yapıtlar üretmede son yıllarda gördüğümüz kırıp bozma eğilimlerini sorgulamanın önünü açıyor.
Biz İse Yalnızca Arabalardık; özgün bir ruh taşıyan, güçlü ve keyifli bir kitap. Okumaktan mutlu olduğum çağdaş Türk yapıtlarında da üst sıralara yerleşti.
Okumalı mısınız?
Kendinizi bir öyküsever olarak görüyorsanız hem Alp Türkol’un capcanlı bir Türkçeyle kaleme aldığı bu öykülerle ilgilenmeniz işten değil, hem de genç bir yazarın benimsediği tarzı, öykülemeyi seçtiği yaşamları ve kişileri tatmak Türk öykücülüğünün bugünü ve yarınıyla ilgili bir fikir geliştirmenizi sağlayabilir.