Şule Tüzül
Her kitabın okur sayısı kadar yorumu olabilir. Üstelik bu yorumlar yazarın söylemeyi, okuruna ulaştırmayı istediği şeylerden çok farklı şeyler de olabilir. Her okur, kendi geçmişi ile, kendi bilgi ve birikimi ile, kendi deneyimleri, acı ve kederi ile okur. Beğendiğimiz bir kitabı başka bir arkadaşımızın beğenmemesi, büyülendiğimiz bir kitaptan bir başkasının rahatsız olacak derecede hoşlanmaması doğaldır.
Bir eserin başarısı aslında bugün anlaşılamaz. On yıl, elli yıl, bir asır, iki asır sonra hala aynı heyecanla okunuyor mu, dünyanın farklı coğrafyalarından, farklı kültürlerden insanları yüzyıllar boyunca kendine çekebiliyor mu, sonuçta bir eserin başarısının altını çizen budur. Bunu başarmak için yaratıcı yazma derslerinde öğrencilere eminim birçok yol gösteriliyordur.
Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim konu bir edebiyat eserinde, insan merkezli dil kullanımı nedeniyle doğa ve hayvan sömürüsünün ne şekilde yer aldığı, ilgili eserin okurlarını nasıl etkilediği. Kendi öznel deneyimlerimi paylaşarak konuya dair biraz ahkam kesmek istiyorum.
Yıllar önce ben de birçok insan gibi tabağımdaki kuzu ile sevdiğim kuzu arasında bir bağlantı olduğunu asla düşünmeden yaşıyordum. Yaşadığımız sistem bunu öyle ustaca başarmış ki o dönemde birçok vejetaryen arkadaşım olmasına rağmen hayvan sömürüsü konusunda pek de kayda değer bir duyarlılık gösterdiğimi hatırlamıyorum. Sokak hayvanlarını besliyordum, hayvanlar konusunda çalışan derneklere bağış yapıyordum, daha ne olsun? Bir gün sosyal medyada vegan aktivist Zülal Kalkandelen’in bir mesajına rastladım. Yıl sanırım 2012 idi. “Vegan” kelimesini ilk defa duymuştum. Anlamına baktığımda korkunç biçimde afalladığımı, bir duvara çarptığımı, kelimenin beni omuzlarımdan tutup sertçe sarstığını, yüzüme sıkı bir yumruk indirdiğini hatırlıyorum. Çünkü okuduğum birkaç cümle benim de içinde yer aldığım milyonlarca insanın korkunç bir adaletsizliğin, korkunç bir katliamın, korkunç bir yalanın parçası olduğunu, olduğumuzu söylüyordu. Nasıl olurdu, bunca yıl nasıl bunlardan habersiz, bu kadar duyarsız, bu kadar farkına varmadan yaşardım, yaşardık, yaşıyoruz, ve yaşayacağız?
Daha ilginci öyle bir sistemde yaşıyoruz ki gerçeği net biçimde görmeme rağmen bir anda vegan yaşama geçemedim (bu arada, bu yazıyı word’de yazarken “vegan” sözcüğünün altı kırmızı çizgi ile çiziliyor, yıl 2022 word “vegan” sözcüğünü tanımamakta direniyor). O güne kadar öğrendiklerim, yaşam biçimim ve çevrem, vegan olursam çok zor yaşayacağıma, yeterli beslenemeyeceğime dair kaygılar oluşturdu. Sağlığımı kaybedeceğim endişesi ile hayvansal gıdaları bir türlü tam olarak bırakamıyordum. Halbuki bugün görüyorum ki asıl o zamanlar son derece sağlıksız besleniyormuşum. Neyse ki kitaplar var. Benimle aynı yollardan geçen insanların yaşadıklarını paylaştığı kitapları okuyarak veganizmin dünyasına doğru adım adım yol aldım. O kitaplar sayesinde bugün vegan olmanın vicdani rahatlığını ve mutluluğunu yaşıyorum.
Veganlık bir beslenme şekli değil elbette. Hayvan sömürüsü ve hayvanların yaşam hakkı konusunda siyasi bir duruş. Veganizmin dünyasına girdiğiniz andan itibaren yaşamınıza giren her şeyi farklı bir bakış açısı ile değerlendirmeye başlıyorsunuz. Eğer veganizmden habersiz kalmaya devam etseydim bugün okurken beni rahatsız eden kitapların büyük bölümünü sevecektim belki de. Adına ister kapitalizm deyin ister global ekonomi politikaları, varlığını hayvan sömürüsü üzerinden sürdüren korkunç sistem edebiyatın dilini de kapsıyor. Dil her şey demek. Kitleleri etkilemek, istediğiniz davranışları yapmalarını mı istiyorsunuz, çalışmaya dilden başlayın.
Severek okuduğumuz birçok yazarın eserleri maalesef insan merkezli bir dil içeriyor. Diğer yandan adını dünya edebiyat tarihine yazdıran Dostoyevski, Tolstoy, Hermann Hesse, John Berger, Ursula K. Le Guin gibi birçok isim, çoğunun yaşadıkları dönemde vegan sözcüğü bile yokken, insanı ve insan doğasını anlatırken onu doğanın hayvanlar gibi diğer parçalarından ayırmayan, adil ve eşitlikçi bir dil kullanmışlar. Dolayısıyla iyi edebiyatın dili insan merkezli değil asla.
Elbette yaşadığımız dünyayı anlatan bir eserde bir kahraman et yiyorsa, etli yemekler yapıyorsa, avlanıyorsa, mezbahada çalışıyorsa bunlar hikâyenin bir parçası, kurgunun gereği olarak bir eserde yer alabilir. Yazarın anlatımında her şeyin insan için var olduğu bir dünya yer alıyorsa bu eser bugün iyi olabilir, bugün övgüler ve ödüller alabilir, ancak yarınlara kalma şansı nasıl olabilir? Eğer bir hikâye anlatıyorsanız, içinde hayvanat bahçesi geçiyorsa hayvanat bahçelerinin varlığını normalleştiren bir dilde anlatamazsınız, anlatmamalısınız. Et yemeği tariflerini, et yemekleri ile bezeli sofraların ihtişamını, avlanma ritüellerini, bir hayvanın kesimini, bir kazın daha lezzetli olması için hangi işkencelerden geçirilerek beslendiğini bir yemek hazırlama yöntemi olarak çok doğal bir durummuş gibi anlatamazsınız. Nasıl ki insanın insana eziyetini anlatırken kullandığınız dil bu durumun yanlışlığını okura gösteriyorsa, insanın hayvana ve doğaya yaptıklarının yanlışlığını da göstermek zorundasınız. Hayvanları akılsız, insandan daha aşağı mertebede gösteremezsiniz. Hayvanları birilerini aşağılamak ya da yermek için kullanamazsınız. Bir kahramanın kendini aşağılanmış hissetmesini “köpek gibi hissediyordum” diyerek ifade edemezsiniz. Edebiyat elbette doğru ve yanlışı göstermenin, öğüt vermenin, suçlamanın, yargılamanın yeri değil. Ancak bir katili anlatırken kullandığınız dil, bir hayvanı öldüren, bir hayvanı avlayan insanı anlatırken kullandığınız dille aynı olmalıdır.
Hayvanlar ikiyüzlü değildir, insan ikiyüzlü bir varlık. En başta kendine karşı ikiyüzlü. Adalet, hak, hukuk, özgürlük istiyorsak, barış istiyorsak, daha iyi bir dünyada yaşamak istiyorsak, ilk adım çok basit. Önce kendi kapımızın önünü süpürmemiz gerekiyor. Hayvan haklarının insan haklarından hiçbir farkı yok. Hayvanların yaşam hakkı için istediğimiz adaletin insanlar için istediğimiz adaletten hiçbir farkı yok. Kendimiz için istediğimiz özgürlüğü başkaları için de isteyemiyorsak, hayvanlar için de isteyemiyorsak, kapımızın önü kirli kalacak. En başta kendimize karşı dürüst olamayacağız.
Veganizme uzak okurlar için bu yazdıklarım sert gelebilir. Eğer yapabilirseniz yaşama bir de mezbahada kesilmek üzere olan ya da sütü için buzağısı çığlık çığlığa elinden alınan bir ineğin, avcı ile göz göze gelmiş bir ceylanın, kayalara defalarca vurularak öldürülen bir ahtapotun gözünden bakmayı deneyin. Dünyanın her yerinde her saniye milyonlarca hayvan bunları yaşıyor. Keşke yazım tüm bunları anlatacak kadar sert olabilseydi…
Kullandığımız dil her şey. Yazar ya da okur olarak insanı merkeze almayan bir dil yaşamda pek çok şeyi değiştirebilir. Ancak böyle bir dili olan edebiyat daha güzel bir dünyayı düşlememizi sağlayabilir. Ve ancak böyle bir dili olan eserler yarına kalabilecek…
Şule Tüzül
Ocak 2022