Söylenmeyen sözlerin ağırlığı: Sana Söyleyemediğim Her Şey

Celeste Ng’in Sana Söyleyemediğim Her Şey kitabında anlatılan çok buruk bir hikâye, buruk olmasının en büyük sebebi tanıdık bir hikâye olması. Temelinde bir yalnızlık sorunsalı var Sana Söyleyemediğim Her Şey’in. Yalnızlık, birçok karakter üzerinden işlendiği için oldukça katmanlı bir olguya dönüşüyor. Aslında benzer şeyler arayan insanların, söylenemeyenlerin ağırlığının altında gittikçe ezilmesi, yalnızlaşması ve kendilerini izole edilmiş bulması, Marquez’in Kırmızı Pazartesi’si gibi engellenemeyen bir felaketin habercisi oluyor.

Kitap bir ölümle başlıyor, Çinli-Amerikalı bir ailenin gözbebeği olan ortanca çocukları Lydia ölüyor. Onun öldüğü sabah durumdan habersiz ailesini kahvaltı masasında görüyoruz. Sıradan, üç çocuklu bir Amerikan ailesine benziyorlar. Lydia’nın kayıp olduğunun anlaşılması ile ailede çözülmeler başlıyor.

Lydia yaşanamamış Amerikan rüyasının ve yarım kalmış hikayelerin temsilcisi ebeveynleri için. Göçmen olması sebebiyle hep kenara atılmış babası Lydia’yı arkadaşlarının gözdesi, hep seçilen ve daima sevilen bir karakter olarak hayal ediyor. Çocuk sahibi olunca doktor olma hayallerini kenara bırakmak zorunda kalan annesi ise Lydia’yı bir bilim kadını olma yoluna sokmak için her şeyi yapıyor. Ailesini etkilemek için babasının ait olamadığı Harvard dünyasına adımını atan abisi, gözde Lydia’ya sunulan övgünün birazına da olsa talip. Küçük kardeşi ise Lydia’nın etrafını sardığına inandığı aile sevgisinin açlığı ile görünmez hale gelmiş durumda.

Peki gerçek Lydia bunlardan hangisi? Gerçek Lydia neler yaşıyor? Kitabın ana gizemi Lydia’nın nasıl öldüğü gibi gözükse de okur ilerledikçe aslında gizemin kaynağının bu iki soru olduğunu fark ediyor. Lydia’nın boş günlükleri, çantasındaki gizli bölmeler, onun hakkında en ufak fikri olmayan sözde “yakın arkadaşları” ortaya çıktıkça Lydia’nın bunların hepsi ve hiçbiri olduğu da ortaya çıkmaya başlıyor.

Herkes Lydia olmak istiyor. Lydia da herkesin hayalindeki Lydia olmak için çırpınıyor. Adeta onlar yerine, onlar için yaşamaya çalışırken buluyor kendini. Babası mutlu oluyor diye arkadaşlıklar yaratıyor, annesi mutlu oluyor diye derslerini çalışıyor. Kitap boyunca Lydia’nın kendisi için birinden talep ettiği tek şey abisinden ona yüzme öğretmesi oluyor. Abisi ise sanki tepki olarak, her şeye sahip olduğunu düşündüğü kardeşinden bunu sakınıyor, öğretmiyor gibi hissetmeden edemedim. Lydia günün sonunda tek isteği olan yüzmeyi de öğrenemiyor.

Lydia’nın ölümü aslında ortadaki tampon bölgeyi kaldırıyor. Artık Lydia üzerinden hayallerde, kızgınlıklarda ve özentilerde yaşayamayan aile üyeleri kendi gerçekliklerinde yaşamaya başlamak zorunda kalıyor. İşte o zaman da aslında konuşulmayan, göz ardı edilen gerçekler ortaya çıkmaya başlıyor. Ortaya çıkan en büyük gerçek ise yalnızlık. Zaten dışardaki dünya tarafından farklı oldukları için dışlanan aile üyeleri, kendi iç dinamiklerindeki yabancılaşmayla da karşı karşıya kalıyorlar. Böyle bir felaketin ardından bile birbirlerine sığınamayacakları kadar yalnızlar. Lydia’nın bir arada tutmak, mutlu etmek için uğraştığı aile ölümüyle tamamen dağılıyor neredeyse. Bu bana genç bir kızın ölümünden bile üzücü bir şey gibi geldi. Lydia sadece ölmüyor, Lydia boşuna ölüyor.

Okumalı mısınız?

Eğer doğru bir ruh halinde iseniz okumalısınız, ancak duygusal olarak çok yüklü bir kitap olduğu uyarısını yapmadan geçemeyeceğim. Ben incelememde yoğunlukla Lydia üzerinde durmuş olsam da birçok karakterin çok hüzünlü yan hikayeleri de insanı oldukça etkiliyor. Dili çok akıcıydı ancak ben kendi dilinde okuduğum için çevirisi konusunda sizi ne yazık ki bilgilendiremeyeceğim. Eğer imkânınız varsa kendi dilinde okumanızı da tavsiye ederim.

Blog at WordPress.com.