Can Güçlü
22 Temmuz 2023 ve 31 Temmuz 2023 arasında, her gün bir kitaba başlayıp bitirerek toplamda 10 kitap okudum. Okuduklarım üzerine bazen birkaç tümcelik, bazen 1-2 paragraflık görüşler belirttim. Okuduğumuz her şeyi Altı Üstü Kitap’ta duyurmuyoruz, okuduğumuz her kitapla ilgili görüş de bildirmiyoruz. Ama bu etkinliği birkaç gün öncesinden duyurdum ve 10 Güne 10 Kitap adıyla, dileyenlerin katılabileceği bir etkinliğe dönüştürdüm.
Her gün bir kitap okumak yabancısı olduğum bir deneyim değildi. Benzer bir şeyi, çok daha kapsamlı olarak 2021 yılının haziran ayında yapmıştım. Altı Üstü Kitap bir internet platformu olarak henüz tasarlanma aşamasında olduğu için bunu bir kişisel proje olarak yaşama geçirmiştim.
30 Güne 30 Kitap’ı duyururken de belirtmiştim, her gün bir kitap okumaya yönelik girişimler benim buluşum değil. Hatta bunu 365 günde 365 kitap okuyarak gerçekleştirenler de var. Ancak bunun için nasıl bir yaşam düzeni tutturmak gerekiyor, böyle bir girişim nasıl kitaplar okuyarak gerçeğe dönüştürülebilir gerçekten emin değilim, çünkü 30 günde 30 kitap okumak bile başlı başına yorucu bir deneyimdi.
30 Güne 30 Kitap’ın bana öğrettiği temel şey, okuma sürelerinin, okuma temposunun yaşamın doğal akışı içinde değişebileceği ve değişmek durumunda olduğuydu. Bazı kitaplar ince gözükmesine karşın 1-2 oturuşta bitirmeye uygun değildi. Bazı kitaplarıysa büyük bir iştahla okuyup bitirdim, ancak onlardan bana pek az şey kaldı. Özellikle son günlerde, kitapların kitaplarla, günlerin günlerle karışmaya başladığını duyumsadım.
Bir ay boyunca her gün bir kitap okumak eğlenceli ve dönüştürücü bir deneyimdi, ama bitirdiğimde şunu düşündüm: Kendimi her kitabı böyle kısa bir sürede okuyup bitirmeye itmek, okumanın doğasına aykırı.
Yalnızca bilgi almak için, yalnızca yazınsal bir doyum elde etmek için, yalnızca bir metni baştan sona tarayıp tamamlamış olmak için okumuyoruz. Böyle okuduklarımız da var kuşkusuz, ama iyi bir okuma deneyimi, pek çok kez; yaşamlarımızın bir dönemiyle, bir arayışıyla, bir duygusal boyutuyla iyi etkileşim kurduğu zaman, bize yeni ufuklar açıp insan ve kişi olarak deneyimimizi bir metne bir süre bakmanın yalın anlamlarının ötesine taşıyabildiği zaman, bizi yeni yerlere, yeni zamanlara, yeni deneyimlere ve yaşamı algılayışımızın yeni yollarına taşıdığı zaman iyi okuma deneyimi oluyor.
Bu kurgu için de, kurgudışı için de geçerli. Doğası gereği çok boyutlu olan okuma eylemini bir zamanlama macerasına, bir tür meydan okumaya dönüştürmek her zaman iyi bir fikir değil.
Buna karşın, 30 Güne 30 Kitap’tan hoşnutsuz değildim. Ezici çoğunluğu 250 sayfa ve altında olmak üzere 17 kurgudışı yapıt, 13 yazınsal yapıt okumuştum. Belki hiç dokunmayacağım çok sayıda kitabı böylece okumuş oldum, okuduklarım üzerinde pek fazla derinleşemesem de yeni şeyler keşfetme olanağım oldu. Belki benzer bir şeyi daha dengeli yapmak olanağı olabilirdi.
Böylece, yine 2021 yılında, kasım ayı içinde bu kez de 10 Güne 10 Kitap adıyla yaptım benzer bir etkinliği. Altı Üstü Kitap yayın yaşamına başlamaya hazırlanıyordu ama henüz açılmayacaktı, o yüzden bu kez de kişisel bir proje olacaktı bu.
1 Kasım 2021 ve 10 Kasım 2021 arasında, bu kez belirli bir sayfa sınırı olmadan, her gün birer kitap okudum. Yüksek lisans tezim için kaynak taramasının görece son aşamalarına geldiğimi düşünüyordum, dolayısıyla tarihsel kurgudışı kitaplar listede daha çok yer tuttu. Kimi 1920’lerden bir belge niteliğinde, kimi 2000’lerden nitelikli araştırmalar olmak üzere 9 kurgudışı kitaba karşılık 1 roman okudum. Bu deneyim beni haziran ayındaki girişimim ölçüsünde yormadı ve yıpratmadı, yinelenebilecek bir süreç olarak belleğimin bir köşesinde kaldı.
Araya çalkantılı, okuma performansımdan hoşnut olmadığım bir yıl girdi. 2023’ün ilk yarısı da, okumak için okuma olanağından geniş anlamda yoksun olduğum, yaşamımda pek çok şeyi dengelemek durumunda kaldığım bir süreç oldu.
Temmuz 2023’e geldiğimizde kitap okumayı özlemiştim. Yüksek lisans tezimi yazıp tamamlamış, kişisel işlerimi bir ölçüde yoluna koymuştum. ‘Yahu şu ilginç bir şeymiş, okuyayım’ diye elime alıp okuduğum kitap yok denecek denli azdı. Bu nedenle birbiriyle ilgisiz görünen, benim çalışma alanlarımın da dışına çıkabilecek, değişik şeyler okumak istiyordum. Türk yazınından uzak kalmıştım, suç yazınından uzak kalmıştım. Topraklanmak, tempoyu biraz yakalamak, kendime gelmekti dileğim.
Bu nedenle, bu kez bir Altı Üstü Kitap etkinliği olarak, 10 Güne 10 Kitap’ı duyurduk.
Öncekilerden farklı olarak, bu artık kişisel bir serüven değildi. Belirli saatlerde yeni günün kitabını duyurmam, belirli saatlerde de kısa bir inceleme paylaşmam gerekiyordu. Elbette geç kaldığım, incelemeyi gecenin üçünde paylaştığım günler oldu. Altı Üstü Kitap’ın incelikli takipçileri de bunu anlayışla karşıladı.
Temel farklılık, etkinliğin Altı Üstü Kitap’ın adresleri üzerinden paylaşılması değildi. Temel farklılık, tüm kitaplar üzerine bir şeyler söyleyecek olmamdı. Daha önceki etkinliklerde okuduğum kitapları paylaşmış, ancak incelememiştim. Bu değişiklik elbette bütün deneyimi dönüştürdü. Benim kitaplara daha irdeleyici bir gözle bakmamı gerektirdi. İyi yanıysa şuydu ki, incelemeleri paylaştığımda bu paylaşımları gören, beğenen, destekleyen insanları ben de görebiliyordum. Bir hikaye beğenisi gibi basit görünen bir destek, bu tür etkinliklerin varlık nedeni olup çıkıyor aslında. Bir yazınsal deneyimi paylaşabilmek, Altı Üstü Kitap’ın temel çıkış noktası. Bu işler aracılığıyla bu çıkış noktasını bir gerçekliğe dönüştürmüş oluyoruz.
10 Güne 10 Kitap, bu kez 22 Temmuz-31 Temmuz arasında gerçekleşti.
6 kurgudışı yapıta karşı 4 yazınsal yapıt okudum. Okuduklarımın belirli bir odak noktası yoktu, geniş anlamıyla okumaya susamış birinin açgözlülüğüyle bir süredir okumak istediğim, ama o gün gözüme en çekici görünen kitaba sarıldım.
Kendimi kısıtlamamak için bir sayfa sınırı belirlemedim, ama daha hızlı akacak metinlerde 400, kurgudışı metinlerde ise 300 sayfayı geçmemeye özen gösterdim.
Birinci Gün
İlk gün, Türk yazınını özlemiş olduğum için, Yakup Kadri’nin ‘Bir Serencam’ını okudum. Kitapla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Beklentisiz ve habersizce girdim içine. Yer yer tökezlesem de, beklediğimden daha çok beğendim.
Bir Serencam
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
İletişim Yayınları
Bir Serencam, Yakup Kadri’nin gençlik dönemi öykülerinin derlemesi, ilk kez bundan 110 yıl önce yayınlanmış. Dili oldukça ağır ve ağdalı, odaklandığı kişiler ve öyküler de Yakup Kadri’den alışık olduğumuz Anadolu insanları ve öyküleri değil sıklıkla. Varsıl insanlar, Avrupalı -biraz züppe- kadınlar, onulmaz gençlik aşkları ve her öyküde apayrı, dipsiz birer bunalım… 19. yüzyılın psikolojik romanlarının kokusu sinmiş öykülere. Bu birikimi toplumcu bir yazınla birleştirdiği Yaban’da göreceğimiz güçlü yazın ve güçlü toplumsal irdeleme dengesi bu öykülerde henüz yok. Buna karşın Yakup Kadri’nin kendine özgü işlemeli dili, bu dilin kendi havasındaki akıcılığı ve çekiciliği burada da görülüyor, eğer dilin eskiliğini ve bazı öykülerde görülen arkaikliği -örneğin kadın düşmanlığını- aşabilirseniz Bir Serencam ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Ama diyelim ki toplamda üç Yakup Kadri yapıtı okuyacaksanız, birinin bu olması hiç de zorunlu değil.
İkinci Gün
İlk günü bir öykü derlemesiyle geçirince, ikinci gün bir kurgudışı yapıta yönelmek mantıklıydı. Çok ağır olmayacak, kurgudışı olmasıyla bir arayışıma karşılık gelecek, ama konusuyla da ilgi çekecek bir şey okumak istedim. Rafta bir süredir duran Hoş Cinayet iyi bir aday gibi gözüküyordu. Büyük oranda düşkırıklığına uğradım.
Hoş Cinayet
Ernest Mandel
Çev. Gülen Aktaş – N. Saraçoğlu
Yazın Yayıncılık
Hoş Cinayet; suç yazınını temelde burjuva toplumunun bir çıktısı olarak ele alan ve polisiyenin gelişimini, hem çıkış hem de varış noktalarıyla dünyanın geçirdiği sosyoekonomik evrelerle bütünleşmiş tarihi bir döküm çerçevesinde irdeleyen akademik bir çalışma. Suç yazınının tarihi bakımından yazılmış ve yazılabilecek en iyi yapıt olduğunu sanmam. Ancak değindiği temel kavramlar ve suç yazınının toplumsal karşılığını öne çıkartmasıyla üzerinde durulmayı hak ediyor, Ernest Mandel’in bu kitapta değindiği noktalar üzerinde derinleşmekte yarar var. Buna karşın kitap, biçemi bakımından oldukça akademik ve sıkıcı. Yetmezmiş gibi çeviri pek iyi değil, düzelti de oldukça sorunlu. Yani kitabın yayın kalitesi düşük. Bu nedenle kitabı içeriği ve savları bakımından önemsiyor, dili ve biçemi bakımından eleştiriyor, Türkçe baskısını ise hiç öneremiyorum.
Üçüncü Gün
Açtığım kurgudışı çizgisini izlemek, ancak bana biraz daha tanıdık alanlara yerleşmek istediğim için üçüncü günümde Ali Özuyar’ın çoktandır merak ettiğim kitabı Gazi’nin Sineması’nı okudum, çok hoşnut kaldım.
Gazi’nin Sineması
Ali Özuyar
Yapı Kredi Yayınları
Gazi’nin Sineması çok tatlı, çok keyifli bir monografi. Özenli bir araştırmanın ürünü. Bir büyük tarih çalışması değil, Atatürk’ün, döneminin ve devriminin sinemayla ilişkisini mercek altına alan dar kapsamlı ama nitelikli bir araştırma. Keyifli bir tarzda kaleme alınmış ve kurgulanmış. Atatürk’ün kültürle hem kişisel, hem toplumsal boyutlarda ilişkisine de bir ölçüde ışık tutuyor. Öneririm.
Dördüncü Gün
İlk günden başlayarak bana çok tanıdık olmayan Türkçe kitaplar okuduğum için, ufak ufak ivme yitireceğimin ayırdındaydım. Hem değişiklik olması için, hem hızlanabilmek için birkaç aydır beklettiğim No Plan B’yi okudum. Bu 10 gün içinde okuduğum en uzun kitaplardan biriydi, ama seri okuru olmanın kitaplara girişi kolaylaştırması olgusundan yararlanarak kitabı birkaç saat içinde bitirebildim.
No Plan B
Lee Child – Andrew Child
Bantam
No Plan B; Lee Child emekli olup da seriyi Andrew Child’a bıraktığından beri yazılan en iyi Reacher kitabı. Andrew Child öncesi kitapların büyüsünü tümden yakalayamasa da önemli ölçüde anımsatmayı başarıyor. Gerek öykünün vuruculuğunda gerekse yazımdaki sivridillilikte Lee Child’ın eksikliği duyumsanıyor, ama No Plan B hem temposu, hem yazımı, hem kurgusuyla hem iyi bir kitap, hem de iyi bir Reacher kitabı. Eğer seriye yabancıysanız iyi bir başlangıç olmayabilir, ama son birkaç yılda çıkan hangi Reacher kitabını okuyayım diye düşünüyorsanız No Plan B’yi gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Oldukça keyifliydi.
Beşinci Gün
Bir önceki gün Jack Reacher okumuş olmanın bana verdiği yetkiye dayanarak, beni zorlamasını beklediğim ama çok da merak ettiğim, üstelik ileriye dönük olarak okumamın gerektiğine inandığım bir kitaba yönelmeye karar verdim: Savaş Çalışmaları El Kitabı.
Savaş Çalışmaları El Kitabı
Ed. Mesut Uyar
Kronik Kitap
Savaş Çalışmaları El Kitabı; ‘el kitabı’ denmiş olmasına karşın türlü alt disiplinleriyle savaş çalışmaları alanına bir giriş derlemesi aslında. Savunma çalışmaları, güvenlik çalışmaları, askeri tarih, askeri etik, savaş ve basın gibi temel çalışma alanlarına ilişkin makaleler derlenmiş, yer yer derin teknik noktalara değinilse de temelde tüm metinler giriş düzeyinde tutulmuş ve sonuçta alanı tanıtmaya yönelik bir iş ortaya çıkmış. Kitap, giriş düzeyinde olması dolayısıyla alanın ustalarına değil, akademik olarak ya da kişisel merakla savaş çalışmalarına yönelen-yönelecek okura yönelik kurgulanmış. Eğer askeri tarihyazımı gibi alanlara ilgili bir okursanız ya da akademik olarak bu alanda yazıp çizmek istiyorsanız yolunuzu bu kitaptan geçirmenizde yarar var. Geniş bir alan olarak savaş çalışmalarına hevesliyseniz de bunu atlamak istemezsiniz olasılıkla. Ancak, örneğin yalnızca askeri tarihe meraklı bir okursanız ve bu merakınızı pek ileriye götürmeye niyetli de değilseniz; özellikle kitabın içeriği ve yöntemi bakımından, belki kendinize daha uygun çalışmalar bulabilirsiniz.
Altıncı Gün
Kurgu-kurgudışı dengesi denli, Türkçe-İngilizce dengesini de tutturmak için 6. günümde bir Türk romanı ya da öykü derlemesi okuyacağım belli sayılırdı. Bir süre düşündükten sonra Mahir Ünsal Eriş’in Öbürküler’inde karar kıldım. Kitaba nerede başladığımı anımsamıyorum, ama bira yudumlayarak bitirdiğimi anımsıyorum. Oldukça keyifli bir kitaptı.
Öbürküler
Mahir Ünsal Eriş
Can Yayınları
Öbürküler kısa bir roman, öyküsü ve tarzıyla devasa işler yapmaya da kalkışmıyor. Yapmaya çalıştığı şeyde bence oldukça başarılı. Türk yazınının klasiklerine ve büyük adlarına selam niteliği taşıyor, onlara bir selam gönderirken kendine özgü bir öykü anlatmayı, ya da öyküsünü kendine özgü biçimde anlatmayı da önemli ölçüde başarıyor. Öne çıkan iki yönü var: Birincisi atmosferi. Mahir Ünsal Eriş tarihçi altyapısıyla 1960’ların ortamını çok canlı biçimde yeniden yaratıyor. İkincisi de dili. Mahir Ünsal Eriş’in diğer kitaplarından da alıştığımız güçlü bir dili var, burada bu dile büsbütün tarihsel bir doku kazandırmış, okurken kitabın ilk kez 2017’de yayınlandığını unutmak işten değil. Bu doku sayesinde günümüz okurunu metinden koparmayacak, ancak atmosferi de hiç zedelemeyecek bir denge kurulmuş. Kitabın gücü de buradan geliyor. Beklentinizi yükseltmeden başlarsanız kitaptan hoşnut ayrılacağınızı düşünüyorum, öneririm.
Yedinci Gün
Birinci haftayı tamamlarken yeniden kurgudışına geçmek istedim. Çoktandır beklettiğim bir kitabı elime aldım: Cinsel Çeşitlilik.
Cinsel Çeşitlilik
Vanessa Baird
Çev. Hayrullah Doğan
Metis Kitap
Cinsel Çeşitlilik, kapakta söz verdiği şeyi yapıyor: Cinsel yönelimlere, kimliklere, bunların tarihsel, toplumsal, bilimsel ve hatta dinsel konumlarına yönelik genel bir bakış sunuyor. Beklediğimden daha akıcı ve ilgi çekici bir kitap, çeviriyi de oldukça canlı ve yetkin buldum. Benim için bir ölçüde ufuk açıcı oldu, cinsel yönelimler konusunu gündelik çiğ kavgalardan sıyrılmış biçimde okumak bile kendi başına özgün bir deneyimdi. Buna karşın, kitap, alanın tümden yabancısı için fazlaca yüzeysel kalabilir ve bazı çok temel soruları yanıtlayamayabilir, çünkü üzerinde durduğu pek çok şey üzerinde derinleşmiyor, hatta bazı şeyleri havada bırakıyor. Alanda deneyimli ya da akademik olarak bu konular üzerine çalışan okur içinse hemen hemen hiçbir şey ifade etmeyecektir, sanırım bazı veri ve yorumlarının eskiliği de eleştiri konusu oluyor. Ben okuduğum için hoşnut kaldım, siz de kalabilirsiniz, ama yüksek olasılıkla bundan çok daha iyi giriş kitapları ve daha nitelikli genel çerçeveler çizen yapıtlar yazılmıştır.
Sekizinci Gün
Sona yaklaşırken, önümde yeni ufuklar açacak kurgudışı kitaplar okumanın daha yararlı olacağını düşündüm. Şengül Hablemitoğlu’nun Yas’ı bunun için uygundu. Beni en çok etkileyen, en çok zorlayan kitaplardan biri oldu. Eğer bir günde okumam gerekmeseydi, olasılıkla birkaç güne yaymak istedim. Üzerine düşünmeyi gerektiren, aşama aşama sindirilmesi gereken, güzel bir kitap Yas.
Yas: Uzun Bir Veda
Şengül Hablemitoğlu
Doğan Kitap
Yas; öğretici ve ufuk açıcı olmanın yanı sıra özenle yazılmış, çok zarif, duygusal, etkileyici bir kitap. Yer yer düğümlenmeden okumak güç, üzerine kısaca bir şeyler yazmak da. Şengül Hablemitoğlu hem tüm toplumumuzu ilgilendiren kişisel kaybından ve sonrasındaki yas deneyiminden, hem de kamusal travmalarımızdan ve yaslarımızdan söz ediyor. Kitap boyunca vurguladığı bir şey var: Yası yaşamanın doğru ya da yanlış bir yolu yok, herkesin yas deneyimi kendine özgü. Yasın ne olduğunu, nasıl işleyebileceğini oldukça anlaşılır bir dille, bilimsel çerçeveden çıkmadan ama akademik ve teknik bir dile de saplanmadan büyük bir incelikle okuyucuya aktarıyor. Kitabı bir günde okumanın benim için doğru bir karar olduğunu düşünmüyorum, sindire sindire, yavaş yavaş okumak daha iyi olurdu. Ama okuduğum için çok mutluyum. Olasılıkla, yaşam olağan akışı içinde sürdükçe, bu kitapta anlatılanlara geri dönmem, üzerlerine düşünmem, belki onlara sığınmam gerekecek.
Dokuzuncu Gün
Yas’ın ardından rahat okuyacağım ve mutlu olacağım bir roman okumak istedim. Bunun için Spencer Quinn’in Chet ve Bernie serisi biçilmiş kaftandı. Daha önce ilk iki kitabı okumuştum, o yüzden biliyordum ki anlatıcısı köpek olan bu suç romanları insanın damağında hoş bir tat bırakıyordu. To Fetch a Thief, yer yer beni zorlasa da, bitirdikten sonra hoşnut kaldığım bir kitap oldu.
To Fetch a Thief
Spencer Quinn
Atria Books
To Fetch a Thief; Chet ve Bernie serisinin üçüncü kitabı. İlk kitap, ‘Dog on It’, ‘Yakala Chet!’ adıyla Türkçeye çevrilmişti, sanırım edinmek olanaklıdır ve köpek kitaplarını sevenlere kesinlikle öneririm. İkinci kitabı pek beğenmemiş, dolayısıyla bu kitabı okumakta da ikirciğe düşmüştüm, yanılmışım, oldukça iyi bir kitap olmuş. Bernie Little bir özel dedektif, Chet de köpeği. Birlikte her kitapta yeni işlere karışıp yeni gizemler çözüyorlar, To Fetch a Thief’te de bir sirkten çalınan Peanut adında bir fili bulmaya çalışıyorlar. Serinin öne çıkan özelliği şu: Anlatıcı Bernie değil, Chet. Yani her şeyi bir köpeğin gözünden okuyoruz. Elbette Chet, anlatıcı olmanın gerektirdiği üzere, durumsal farkındalığı ortalamanın oldukça üzerinde bir köpek, Spencer Quinn anlatıcı köpek olacak diye iyi bir romandan beklediğimiz dili geri plana atmıyor. Ancak anlatıcının köpek olduğunu da sıklıkla anımsıyoruz, örneğin ‘bu işten pis kokular alıyorum’ diyen biri olursa Chet gerçekten havayı kokluyor ve okuyucuya kokuda herhangi bir sorun olmadığını belirtiyor. Bazen bazı deyimleri anlamıyor, bazen de insanlar anlamsız ve uzun sohbetlere dalınca vurup kafayı uyuyor, diyaloğun sonunu görmüyoruz. Bunlar oldukça keyifli. Bernie ve Chet serisini öneriyorum, üçüncü kitap da ikinciden daha iyiydi, o yüzden okuduğum için mutluyum.
Onuncu Gün
Kapanışı nasıl yapacağım üzerine biraz düşündüm. Bir önceki gün roman okuduğuma göre kapanışı bir kurgudışı kitapla yapmak anlamlıydı. Akıcı olduğunu öngördüğüm, gündemde olan, ilgi çekici bir kitap aradım. Emrah Safa Gürkan’dan Cumhuriyet’in 100 Günü’nü özellikle yöntemi dolayısıyla merak ediyordum. Okudum, beğendim.
Cumhuriyet’in 100 Günü: İnkılabın Ayak Sesleri
Emrah Safa Gürkan
Mundi Kitap
Cumhuriyet’in 100 Günü: İnkılabın Ayak Sesleri; kurgusu ve tarzıyla kendine özgü bir devrim tarihi çalışması. Beklediğimden çok beğendim, akıcı ve kişilik sahibi bir kitap olduğunu düşünüyorum. Emrah Safa Gürkan, Türk Devrimi’ni 1880’lerden 1927’ye 100 günü öne çıkararak, ancak anlatısını bu 100 günle sınırlamadan, örneğin hilafetin kaldırılışını anlatıyorsa bunu 3 Mart 1924’le sınırlamayıp bütün sürecin üzerinden geçerek, Türk yayıncılığında çok alışkın olmadığımız bir kurgu ve metin yapısı içinde okuyucuya sunuyor. Türk Devrimi’ni iki çekirdek mücadelenin toplamı olarak ele alıyor: Birincisi Mustafa Kemal öncülüğünde önce bağımsızlık ve özgürlük için, sonra da çağdaş bir ulus devlet olmak üzere verilen mücadele. İkincisi de dönemin farklı güç odakları ve özellikle İttihatçılarla Mustafa Kemal arasındaki mücadele. İlki 1923’te önemli ölçüde çözümlense de, ikinci mücadelenin 1927’ye dek sürdüğü düşüncesiyle, kitap 1927’deki ikinci büyük CHP kongresine dek getiriyor anlatısını. Elbette bu, cumhuriyetin yüzüncü yılı için hazırlanmış özel bir proje ve bir devrimi 100 günde anlatmak gibi sık rastlanmayan bir deneyselliği var. Dolayısıyla yer yer kopukluklar, havada kalan şeyler, kuramsal eksiklikler kaçınılmaz. Kitabın bunların tümünden kaçınabilmek gibi bir amacı ve savı da yok zaten. Kapsamlı bir dönemi 100 günü öne çıkararak öykülemek yoluyla genel okuyucuya, bir Akdeniz-Osmanlı tarihçisinin gözünden Türk Devrimi üzerine bir metin okumamız yoluyla da alan içi okuyucuya hitap ediyor. Eğer deneyimli okursanız zaten bilmediğiniz pek az şeye rastlayacaksınız, ama kitabın kurgusu ve Gürkan’ın ortaya koyduğu bakış açısı genel anlamıyla değerli ve ilgi çekici. Dilini de önceki bazı çalışmalarına göre çok daha canlı ve akıcı buldum. Bu kitabın, Cumhuriyet’in 100 İsmi: Büyük Devrimin Portreleri adında ikinci bir çalışmayla bir bütün oluşturduğunu da anımsatayım. O kitabı da geciktirmeden okumak niyetindeyim, her iki kitabın da üzerinde daha çok durulabilir. Kısacası beğendim, öneririm.
İlk kez bir Altı Üstü Kitap etkinliği olarak yaşama geçirdiğim 10 Güne 10 Kitap’ı böylece tamamlamış oldum.
Daha öncekilerden farklı olarak belirli bir konu özelinde, yani çalışma alanım olan 20. yüzyıl ve Türkiye Cumhuriyeti özelinde kitaplar okumak durumunda değildim, ancak okuma örüntülerimizden kurtulmak güç olduğu için Gazi’nin Sineması ve Cumhuriyet’in 100 Günü gibi kitaplardan uzak kalamadım.
Hoş Cinayet, Cinsel Çeşitlilik ve Yas gibi, benim alanım dışına taşan kurgudışı yapıtları okuduğum için oldukça mutluyum. Yas’ın uzun süre benimle kalacağını düşünüyorum.
Geriye dönüp bakıyorum… 10 Güne 10 Kitap, ‘her güne bir kitap’ biçiminde adlandırabileceğimiz kişisel girişimlerimin üçüncüsüydü. Bu etkinlikler kapsamında toplamda 50 kitap okumuş oldum. Bu süreçlerin her biri birbirinden çok farklı geçti. Tümünde okumanın doğasına ilişkin durup düşünme olanağı buldum.
Bu kez, tanıdık alanlardan, tanıdık yazarlardan çok uzaklaşmaksızın yeni ufuklara açılabilmenin, tek bir ilgi alanına sıkışıp kalmamanın, çok yönlü okumanın iyileştirici ve düzenleyici gücünü görmüş oldum. Birbiriyle ilgisiz görünebilecek kitaplar okumamın nedeni buydu. Yalnızca meraktan, yalnızca o kitapla ilişki kurarak okuyabilmek kendi başına dönüştürücü bir deneyim. Okumanın özgün bir zihinsel edim olduğunu, zihni ve beyni başka işlerin çalıştırmadığı biçimlerde çalıştırdığını görüp deneyimlemek, böyle zamanlarda daha kolay.
Okumanın, bu dünyayı yaşanır kılmasının ardındaki nedenlerden biri de bu olsa gerek.