Can Güçlü
‘Durgun dakikaların boşluğu’
Gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, 1918 yılının 24 Mart’ında Mustafa Kemal’in Akaretler’deki evine giderek ünlü “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat”ına başladı. Mustafa Kemal Çanakkale’deki başarılarıyla ünlenmiş, Doğu Cephesi’nde de önce kolordu, ardından ordu komutanlığı yapmıştı.
Söyleşi boyunca Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları’nı bir tarihçi titizliğiyle ayrıntılandırarak anlattı. Görsellerden, haritalardan, hatta belgelerden yararlandı. Bir aralık Ruşen Eşref’e bir harita göstermek istedi, emir eri haritayı bulamayınca Mustafa Kemal haritayı aramak için odadan çıktı, Ruşen Eşref’i yalnız bıraktı.
Ruşen Eşref, odada göz gezdirdi. Gördüğü yalnız bir çalışma ortamı değildi, Mustafa Kemal’e açılan bir başka pencereydi: “Ben yalnız kaldığım sürece odayı izledim. Duvarlarda hep asker resimleri. Balkan Muharebesi’nin, Trablus Muharebesi’nin, Hareket Ordusu yürüyüşünün, Mekteb-i Harbiye öğrenciliğinin anıları asılıydı. Bir kelebek şeklinde açılmış şal örtünün altında Paşa’nın genç Kazak zabitlerini hatırlatan kalpaklı ve haşin bakışlı bir agrandismanı vardı. Yazıhanesi üzerinde bir gümüş Çerkez kamasının yanı başında Balzac’ın Colonel Chabert’i, Maupassant’ın Boule de Suif’i, Lavedan’ın Servir’i duruyordu. Şüphe yok ki Paşa, durgun dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyor.”
Atatürk, ulusal bağımsızlığa dayalı bir halk devleti kuran, bu devleti bir uygarlık atılımıyla çağdaşlaştırmak için çabalayan Türk Devrimi’nin önderi. Popüler tarihin de, akademik tarihin de ana ilgi odaklarından biri, çünkü Türkiye’de bilimsel-toplumsal pek çok tartışmada hala yönlendirici etkisi var, hem bir tarihsel kişilik olarak, hem de Türk toplumunun güncel ve ortak değerlerinden biri olarak.
Atatürk’ü askeri, siyasi, düşünsel bakımdan ele almak, bu konularda söz söylemek olanaklı. Oysa bunun yeri burası değil. Bu, temelde bilimsel çalışmalarla yapılması gereken bir şey. Ama bizi ilgilendiren, saydığım bütün boyutların kesişiminde yer alan bir nokta var: Atatürk, tutkulu bir okurdu.
Devrimin yönünü, rengini ve kişiliğini, ardından Cumhuriyet’in kültür politikalarını önemli ölçüde Atatürk’ün entelektüel yönlendirmeleri belirledi. Türkiye’nin çağdaşlaşma birikimini canlandırıp bir devrim atılımı içinde somutlaştıran da bir ölçüde bu yönlendirmelerdi. Bu nedenle de aslında Atatürk’ün okuduklarını, yazdıklarından ve yaptıklarından, bunları da dönemin koşullarından bağımsız değerlendirmek olanaksıza yakın.
Neyse ki, şu an okuduğunuz, bilimsel bir çalışma değil. Bu nedenle ‘portre’ sözcüğünü seçtim. Ben Atatürk’ün entelektüel gelişiminden bağımsız olarak kitapla ilişkisini ele almak, tutkulu bir okur, bir koleksiyoncu görüntüsü üzerine düşünmek, sizleri de bu düşünceye çağırmak istiyorum. Atatürk’le ilgili konuşmanın tarihsel, düşünsel bir değeri olduğundan çoğumuzun kuşkusu yok, oysa kültürel bir değeri de var, bu yazı tam da bu yüzden yazıldı.
‘Daima elinde kitap bulunduran bir genç’
Mustafa Kemal, çocukluk yaşlarından başlayarak kendini iyi yetiştirmeye özen gösterdi. Düşünceli, gururlu bir çocuktu, kendini büyük şeylere layık görüyordu. Bu, tarihten bir tür beklentiye değil, tarihe karşı bir tür sorumluluk duygusuna dayanıyordu. Babasının, kendisine çağdaş bir eğitim uygun gördüğünü ve okuyup kendini geliştirmesi yönünde oğlunu yüreklendirdiğini biliyoruz.
Mustafa Kemal, askeri ortaokul ve lisede geçen yıllarını da büyük bir öğrenme açlığıyla geçirdi. Yabancı dil öğrenmeye de bu yıllardan başlayarak özel önem verdi. Lise yıllarında matematik derslerinde başarılıydı, Fransızca derslerindeyse güçlük çekiyordu. Bunun üzerine gitmeye karar verdi ve gizlice College des Freres de la Salle tarafından düzenlenen özel Fransızca kurslarına katıldı. Yıllar sonra, orada geçirdiği zamana tanıklık etmiş olan öğretmenler, Mustafa Kemal’i ‘daima elinde bir kitap bulunduran bir genç’ olarak andılar.
Askeri okul yılları, Mustafa Kemal’in düşünsel gelişimi açısından da belirleyici oldu. Yaşamı boyunca okuyacağı ve anacağı Namık Kemal’le bu yıllarda tanıştı. Sınıf arkadaşı Asım Gündüz, Mustafa Kemal’in öğrenciliğinden söz ederken, “Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir defterde toplamıştı,” diyecekti, “Bu şiirleri kısa zamanda bütün arkadaşlar defterlerimize yazmış ve ezberlemiştik. Mustafa Kemal, ‘milletleri uyandıracak olan fikir adamları, devlet adamlarıdır.’ diyordu… Bizler, vatan, millet ve Türklük fikirlerini ilk defa Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk… Tarih okumak onun en büyük hevesi ve hırsıydı. Fransızcayı da onun için çok iyi bilmek istiyordu. Osmanlı tarihini Fransızca eserlerden okuyordu.”
Sonradan İttihat ve Terakki’nin simge adlarından biri olacak, konuşmacılığıyla ünlenecek olan Ömer Naci de Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşlarındandı ve Mustafa Kemal’in yazınla, özellikle şiirle ilişkisini etkilemişti. Atatürk, 1922 yılında Ahmet Emin Yalman’a o günleri şöyle anlattı: “Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim, hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğundan o zaman haberim oldu.”
Büyük bir tarihin ardından büyük bir çöküşle yüz yüze kalan bir imparatorluğun subayı olarak Mustafa Kemal’in okuma alışkanlıkları, düşünsel yapısının oluşumuyla kenetli gelişti. Harp Okulu yıllarında yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’la birlikte Beyoğlu’ndaki Zeuve Birahanesi’ne gidip orada bulunan yabancı gazeteleri okuyordu. Dünyanın güncel durumunu izleme alışkanlığını ilerleyen yıllarda da hiç bırakmadı.
‘Sert karakteri yumuşatacak romanlar okumaya…’
Harp Akademisi’ni Meşrutiyet yılları izledi. 1913 yılı sonuna doğru Sofya’ya askeri ataşe olarak atandı. Bu yıllar, Mustafa Kemal’in okur olmanın yanı sıra yazar olarak da yoğun olarak ürettiği yıllardı. 1908’den 1914’e dek türlü askeri yapıtlar yazdı ya da çevirdi.
Ülkenin geleceğiyle ilgili sürekli olarak kaygılanan Mustafa Kemal’in, Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkisinde yerleşik düşmanlıklar barındıran Avrupa’da geçirdiği süreler, dünyayı algılayışında etkili oldu. Asker kimliğiyle devletini savunması her şeyden önemliydi, ama bu, bir aydın olarak bulunduğu ortamdan edinebileceği her şeyi edinme açlığının önüne geçmedi. Fransa’da, Bulgaristan’da, Almanya ve Avusturya’da geçirdiği günlerde konuşmaya, incelemeye, tanımaya ve okumaya özen gösterdi.
Sofya’da kaldığı süre boyunca, yıllardır üzerine titrediği Fransızcasının yanında Almancasını da geliştirmek için çalıştı. Almancasının Fransızcası ölçüsünde gelişmediğini, ancak belirli metinler üzerinde çalışacak yetkinliğe eriştiğini, Almanca askeri yapıtları çevirebilmesinden anlıyoruz. Kendisi de Almancasının sonra köreldiğini söylüyor, ‘derdini anlatabildiğini, ancak bildiği sözcüklerle sınırlı kaldığını’ belirtiyordu.
Vurguladığım sorumluluk duygusu, kendisini Dünya Savaşı çıkıp, Osmanlı İmparatorluğu da savaşa katılınca gösterdi. Mustafa Kemal, ısrarla Sofya’dan çağrılmayı ve bir birliğin başına atanmayı istedi. Kendisini büyük görevlere ve büyük başarılara hazırlamış bir adamdı, tarihin gözlerinin önünden akıp gitmesine izin verecek değildi.
Girişimleri sonucunda önce Edirne’ye, sonra da Çanakkale’ye atandı. Çanakkale’de kara savaşlarının ilk gününden başlayarak çatışmaların gidişini yönlendirdi. İyi bir asker, iyi bir komutan ve iyi bir stratejdi. Ama Çanakkale’nin yırtıcı, yok edici ortamında bile, aynı zamanda iyi bir okurdu. Dostu Corinne Lütfü’ye mektubunda, “Olaylar yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanlar okumaya ve böylece ümit ederim ki hayatın hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim.” diyordu.
Mustafa Kemal’in cephede okuma alışkanlığını belgeler elverdiği ölçüde izleyebiliyoruz. Belirli dönemlerde not defterleri tutuyor, ancak bunların bazılarını saklamıyordu. Ama Doğu Cephesi’nde, önce kolordu, ardından ordu komutanlığı yaptığı dönemde neler okuduğunu gün gün yazdı ve bu defterleri sakladı.
Neler okudu?
Örneğin, 19 Kasım 1916’da Bitlis’teki karargahındayken, o güne dek sıkıldıkça okuduğu bir romanı, Alphonse Daudet’nin Sapho’sunu bitirdi ve defterinde kısaca özetledi. 1 Aralık 1916’da, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Allah’ı İnkar Mümkün müdür? adlı çalışmasını okuduğunu not etti. Bu ilginç kitap, yalnızca dini tartışmalardan oluşmuyor, ciddi bir felsefi altyapı da barındırıyordu. Kitabı iki gün sonra bitirdi, Müslüman din adamlarının felsefeye yaklaşımlarıyla ilgili bazı eleştirel notlar çıkardı.
Üç gün sonra, 10 Aralık’ta George Fonsegrive’inyazdığı Felsefenin Ögeleri’nin ilk bölümü olarak Babanzade Ahmet Naim’in çevirdiği İlmünnefs’i okumaya başladı. Birkaç gün sonra buna Namık Kemal’in Siyasi ve Edebi Makaleler’ini ekledi. İkinci cildi bitirince, yine Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi’ni okumaya başladı. Aynı gün içinde şiirle de ilgilenmek istemiş olacak ki, Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler’ini ve Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sini karşılaştırmalı olarak inceledi ve not çıkardı. Aynı günlerde, Arıburnu Savaşları Raporu’nu da yazdırıyordu.
1918 yılının yaz aylarında, çektiği böbrek hastalığının tedavisi için Avusturya’ya gitti, Viyana’da ve -bugün Çekya’da bulunan- Karlsbad’da kaldı. O günlerde Andre Beaunier’in Ayaklanma’sını okuyordu. Kitabın pek kolaylıkla akmadığı anlaşılıyor, çünkü not defterine yazdıkları, kitaba biraz sitem içeriyordu. Ardından, sosyalizmi, bireyciliği, tutuculuğu ve devrimciliği tartışan bir roman edinip okudu. İlgisini çekmiş olacak ki belli bölümleri not defterinde özetledi.
Viyana’ya döndüğünde yeni kitaplar aldı. Le Baron de Batz’ın Vers l’Echafaud’unu, François Charles-Roux’nun Mısır Seferinin Kökenleri’ni, Patouillet’nin Le théatre de moeurs russes des origines a Ostrovski (1672-1750) adlı çalışmasını edindi, bunları biraz kurcaladı ama hangisini okumayı sürdüreceğine karar veremedi.
Viyana’da kitapçı gezmekten ve ilgisini çeken kitapları gönlünce edinebilmekten büyük bir heyecan duyduğunu öne sürmek herhalde hiç abartı olmaz.
‘Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini…’
Mustafa Kemal’in, Namık Kemal’e özel bir düşkünlüğü vardı. Not defterleri elverdiğince görüyoruz ki yalnızca şiirlerini değil, denemelerini ve incelemelerini de dikkatle okuyordu. Ali Fuat Cebesoy, öğrencilik yıllarında, bir aralık 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan söz açıldığında, Mustafa Kemal’in duygulanarak “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini / Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini!” dizelerini seslendirdiğini anlatıyor.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde ve kazanan devletler Türkiye’yi bölüm bölüm işgal etmeye başladığında Mustafa Kemal önce İstanbul’da hükümette yer alarak işgale karşı direnişi güçlendirmeye çalıştı. Başarılı olamadı, ancak kurduğu ilişkiler ve bulunduğu girişimler, Anadolu’ya resmi yetkili olarak gitmesine olanak sağladı. Anadolu’daki yerel direniş girişimlerini bütüncül bir ulusal bağımsızlık savaşında bir araya getirmeye koyuldu.
Başkanlığını üstlendiği Temsil Kurulu, 1919 yılının sonunda Ankara yolunda Kırşehir’de durdu. Mustafa Kemal, Kırşehir halkına yaptığı konuşmada, bu kez Namık Kemal’in dizelerini değiştirdi: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!”
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Mustafa Kemal artık bir devlet başkanı, hatta yeni bir devletin kurucusu olarak sıklıkla konuşmalar yaptı, strateji ve politika belirledi, en sonunda da üniformasını giyerek Türk ordusunun başına geçti.
Yılgın, geri bırakılmış ve tutucu bir toplumu yalnızca bağımsız bir ulus devletin oluşumu için değil, toplumsal, kültürel, ekonomik boyutları olan bir devrim için örgütledi. Bu süreç, Mustafa Kemal’in okuma alışkanlıklarını da yeni gereklilikler ve önceliklere göre biçimlendirdi. Tarih okumaya, özellikle de İslamiyet’in tarihini yoğun olarak okumaya odaklandı. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda, Mustafa Kemal’in yoğun İslam tarihi okuyarak belki de tutucu toplum üzerinde etkili olan hocaları yönlendirebilmek amacı taşıdığını yazacaktı. İslam tarihi okumasına, özellikle Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz arasındaki süreçte hız verdi, çünkü Büyük Taarruz’dan sonraki amacı, büyük bir toplumsal devrime var gücüyle girişmekti.
Meclis konuşmalarında siyasi, diplomatik, askeri gelişmelere değinen; Türk Devrimi’ni fiziksel olarak ülke çapında örgütlemekle kalmayan, bir konuşmasından bir sonraki konuşmasına da aşama aşama ören Mustafa Kemal, konuşmalarında yer yer yazarlara, kuramsal tartışmalara göndermelerde de bulunuyordu.
Bana kalırsa Kemalizm’in kurucu metinleri arasında sayılması gereken 1 Aralık 1921 tarihli meclis konuşmasında, “Jean-Jacques Rousseau’yu baştan sona kadar okuyunuz!” diyor ve biraz da eleştirel bir tonla sürdürüyordu sözlerini. Gerçekten de, Toplum Sözleşmesi’nin 1913 yılı baskısını ayrıntılı notlar çıkararak okuduğunu biliyoruz.
Bu, hiç de yazından ve sanattan koptuğu anlamına gelmiyordu. Türk ordusu Büyük Taarruz’a hazırlanırken, Mustafa Kemal bir yandan hazırlıklarla ilgileniyor, bir yandan da büyük bir heyecanla Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını okuyordu.
Buna tanık olan Siirt Milletvekili Mahmut Bey, günlüğüne, “İki gündür Paşa, Çalıkuşu’nu okuyor. Öyle beğendi ve sevdi ki…” diye yazdı ve bir gün sonra ekledi: “Paşa, daireden çıkmadı. Akşama kadar Çalıkuşu’nu okudu. Çok memnun oldu, takdir etti.”
‘Atatürk’ün bir entelektüel hayatı daima var olmuştur’
Afet İnan, “Bildiğime göre,” diyor, “Atatürk’ün entelektüel bir hayatı hep var olmuştur. Zevk için okumuş, bilgi edinmek için okumuş ve nihayet siyasi konuşmalarına ve yazılarına kaynak olması için okumuştur. Örneğin bazen gece toplantılarında eski şiirlerden okuttuğu gibi, şairlerimizin eserlerini kendi seslerinden dinlemiş, güzel yazılmış düzyazıları okutmaktan mutluluk duymuştur. Bizzat kendisi de bazı şiirleri ezbere okumayı pek severdi.”
Cumhuriyet kurulduktan sonra, Atatürk Çankaya Köşkü’ndeki ana çalışma alanı olan kütüphanesini genişletmek ve özellikle kuramsal yapıtlara daha çok eğilmek için kapsamlı kitap siparişleri verdi, bu konuda görevlendirdiği ilk kişi de Yahya Kemal’di. Yahya Kemal, 15 Aralık 1923’te Hasan Rıza Soyak’a yazdığı mektupta, Atatürk’ün sipariş ettiği Rousseau ve Montesquieu kitaplarının bazılarının orta kalite baskılarını bulup ciltlettiğini ve Ankara’ya göndereceğini, bazılarının ise daha iyi basımlarını Paris’ten sipariş ettiğini bildiriyordu.
Cumhuriyet bir kültür devrimi, bir uygarlık atılımıydı. Atatürk, bunu, 1936’da “Cumhuriyetin temeli kültürdür.” diye belirtecek ve -haksız da olmayarak- ekleyecekti: “Bu sözü burada daha uzun açıklamaya gerek görmüyorum.”
Atatürk, bunu bir uygarlaşma savaşı olarak ele alıyordu. Kurtuluş Savaşı yıllarında cephane taşımakta kullanılan sandıklar, şimdi Atatürk’ün yurt gezilerinde kitap taşıma sandıkları olarak kullanılıyordu. Gittiği yerlerde kütüphaneler kurulmasını istiyor, bazen bunlar için bağış yapıyordu. Kendisinin tutkulu bir okur olması, temeli kültür olan bir cumhuriyetin yükselmesi için yeterli değildi. Okuyan kuşaklar yetişmeliydi.
Cumhuriyet’in bir kültür devrimi olma niteliği yıllar içinde belirginleştikçe, Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı süresince okudukları arasında kuramsal yapıtların ağırlığı da gitgide gözle görünür bir biçim aldı. Tarih okumaktan hep keyif aldı, ayrıca meraklı bir sözlük okuruydu.
Şiirden ve yazından hiç kopmadı. Gerçi, Cumhurbaşkanlığı döneminde yazınla ve yazarlarla kurduğu ilişki, gençliğindeki ilişkisinden bir noktada ciddi olarak ayrılıyordu: Artık Türkiye’nin önemli kültür insanları çoğunlukla Atatürk’ün çevresindeydi. Yahya Kemal’e kitap sipariş etmesi, Yakup Kadri’yle ilişkisi gibi örnekler bunun yalnızca birer göstergesi.
Kitaplarını okuyup beğendiği yabancı düşün insanları ve yazarlarla da zaman zaman bir araya geliyordu, örneğin Napoleon biyografisini okuyup beğendiği Emil Ludwig’le görüşmüş, söyleşmişti.
Atatürk’ün siyasi konuşmalar sırasında kaynak gösterme alışkanlığı Cumhuriyet döneminde de sürdü. En büyük yazılı yapıtı olan ve -özellikle dönemi düşünüldüğünde- bir tarihçi titizliğiyle yazıldığını saptamanın hiç güç olmadığı Nutuk’ta, 20. yüzyılın çok yönlü düşün ve sanat insanlarından Herbert George Wells’in Dünya Tarihinin Ana Hatları yapıtına değindi. Kitabı çok beğendiğini biliyoruz, zaten dönemin pek çok yabancı aydını da çok beğenmişti. Not düşmesem olmaz: Nutuk’un okunuşundan beş buçuk yıl kadar sonra, Naziler Almanya’da yönetime geldiğinde, Wells’in kitapları da Nazi düşüngüsüne uygun bulunmayarak yakıldı.
Viyana’da kitapçılar gezip ilgisini çeken kitapları edinmekten heyecanlandığına inandığımı belirtmiştim. Cumhurbaşkanlığı süresince Türkiye’nin dış temsilciliklerine büyük kitap siparişleri vermekten de öyle heyecanlandı Atatürk. 1929 yılında Fethi Okyar Paris’te büyükelçiyken, Ernest Lavisse ve Alfred Rambaud’nun Halkların ve Uygarlıkların Genel Tarihi’ni sipariş etti. Fethi Okyar’dan sonraki büyükelçi Münir Ertegün’den de René Grousset’nin Uzakdoğu Tarihi’ni sipariş etti, hatta Münir Bey bunu yanlışlıkla Dışişleri Bakanlığı’na fatura edince Çankaya’dan müdahale geldi ve kitapların bedelleri Atatürk’ün kişisel bütçesinden karşılandı.
Herhalde en büyük sipariş, 1935 yılında Paris ve Roma Büyükelçiliklerine geçilen siparişti. Atatürk; genel ekonomi, genel istatistik, genel tarih, siyasi kurumlar tarihi, hukuka giriş, yakın ve yakın zamanlar genel tarihi, sosyoloji ve sosyal ekonomi, beşeri coğrafya, anayasa hukuku, antropoloji, ekonomi tarihi, dinler tarihi, diplomasi tarihi, felsefe tarihi, bilimler tarihi, sanat tarihi, yeni ve yakın zamanlar edebiyatı konularında bulunan yapıtların kendisine gönderilmesini istedi.
Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği’nde seferberlik ilan edildi. Fransa’nın eski eğitim bakanıyla ve büyük yayınevleriyle işbirliği yapıldı, bugün hala dünyanın en büyük yayınevlerinden olan Hachette’ten; Felix Alcan Kitaplığı’ndan, Recueil Sirey’den, Presses Universitaires de France’tan büyük paketler Ankara’ya gönderildi.
Bu siparişlerle ilgili araştırmayı yapan ve yayınlayan Bilal Şimşir, edinilen bazı kitapların adlarını veriyor, ama bunların tümüne değinmek için bu yazıyı bir listeye dönüştürmek gerekir.
Atatürk, bir kitaba kilitlendiği zaman okumak dışında pek az şeyle ilgileniyordu. Hasan Rıza Soyak, bunu anılarında capcanlı anlatıyor:
“Okumayı çok severdi. Genel bilgisini sürekli olarak artırmaya çalışırdı. Zengin bir kütüphanesi vardı. Okuması da, çalışması gibiydi, eline aldığı kitabı, eğer ilginç buldu ise, bitirmeden bırakmazdı. Okuduğu kitaplarda, ileri sürülen temel fikirlerle, güdülen hedefleri açıklık ve isabetle saptar, gayet iyi özetlerdi.
Bir geziden Ankara’ya dönüyordum. Sabahleyin trenden iner inmez doğru Köşk’e gitmiş, hizmetine bakanlara ne durumda olduğunu sormuştum. ‘İki gün, iki gecedir ki durmadan kitap okuyor, yalnız birkaç defa banyo yaptı ve koltuğunda dinlendi,’ dediler. İzin alıp yatak odasına girdim; beyaz keten gecelik entarisi ile geniş koltuğuna bağdaş kurmuş, dinleniyordu; elinde bitirmek üzere bulunduğu bir kitap vardı. Bana:
‘Hoş geldin, otur bakalım. Elime bir tarih kitabı geçti. Bilmem ne zamandan beri okuyorum.’ dedi. Şaşkınlıkla sordum: ‘Yorulmadınız mı, paşam?’
‘Hayır, yalnız gözlerim yaşarıyor. Ama onun da çaresini buldum. Birkaç metre tülbent aldırdım. İşte gördüğün gibi parça parça kestirdim; ara sıra bunlarla gözlerimi kuruluyorum.’”
Çocukluğundan başlayarak dur durak bilmeyen biriydi Atatürk, son günlerine dek de dur durak bilmeden çalıştı ve okudu. Sabiha Gökçen, anılarında Atatürk’ün son günlerine değinirken, Ağustos 1938’de, onu yastığını sırtına alıp uzanmış, Nutuk’un yeni basımı üzerinde notlar alırken bulduğunu anlatıyor. Ancak artık çok hasta olan Atatürk’ün elleri titriyordu, not almakta güçlük çekiyordu.
Bilinci yerinde oldukça okumaya, ülkesiyle ve dünyayla ilgilenmeye kararlıydı. 15 Ekim 1938’de, yani aslında hastalığı açısından oldukça geç bir tarihte, Türk Tarih Kurumu’nun dergisi Belleten’in yeni sayısını incelemek istedi. Afet İnan’a göre, Atatürk’ün okuduğu son şey de buydu.
Atatürk’ün bir okur olarak portresi, çocukluğundan ölüm döşeğine dek kitapla, kültürle ilgilenmiş, çok yönlü bir adamın portresi. Kitap görünce heyecanlanan, yaşamının her evresinde okumaya özel önem vermiş birinin portresi. Kuramla, sanatla, yazılı neredeyse bütün yapıtlarla bir devlet başkanı olmanın zorunlu kıldığı sınırların çok ötesinde ilgilenmiş birinin portresi. Kendini derinleştirmiş, donatmış birinin, bunları hem tarihe ve toplumuna duyduğu sorumlulukla, hem de büyük bir kişisel merakla yapmış birinin portresi.
Atatürk, işte bu çok yönlü ve çok katmanlı kişiliği dolayısıyla Türkiye’nin hemen hemen her dönemecinde güncel kalmayı başarıyor. İlgi çekiciliğini, yönlendiriciliğini ve etkisini yitirmiyor. Bu, düşüngüsel, siyasi sınırları aşan bir olgu. Atatürk’ün, Türk toplumunun yaşantısıyla kurduğu dönüştürücü, yapıcı ve üretken ilişkinin bir sonucu. Atatürk, bu nedenle kültürel bir kaynak olarak besleyiciliğini koruyor ve gözle görünen gelecekte de koruyacağa benziyor.