Can Güçlü
“Şu oğlanların benim için kutsal olan her şeyi reddetmeleri aslında o kadar da kötü değildi. Daha kötü olan ise nasıl reddettikleri, şöyle ki: Tanımadan. Ama en kötüsü de hiç tanımak istemeyişleri! Düşüncenin her türlüsünden nefret ediyorlar. İnsanlar umurlarında değil! Makine olmak istiyorlar; vidalar, çarklar, pistonlar, kemerler… Ama makineden de çok cephane olmak isterlerdi: Bombalar, şarapneller, el bombaları. Herhangi bir savaş alanında geberip gitmeyi ne çok isterlerdi! Bir savaş anıtının üstündeki isimleri onların tek ergenlik hayali.”
Naziler, yazının ve sinemanın gözde motiflerinden, öykülerinden, dekorlarından biri. Tarihin gördüğü en büyük kitlesel ve sistematik vahşete imza attıkları, bunu toplum yaşamından ekonomiye, siyasetten kültüre her alana yayılmış tutarlı bir ayrıştırma ve düşmanlaştırma zemini üzerinde yaptıkları için Nazizm’in kalıtı, bugünün dünyasının en büyük travmalarından biri hala.
Üstelik bir de nasyonal sosyalizmin sınırlarını aşan, daha geniş ve esnek bir faşist toplamın varlığını göz önünde bulundurursak, bu faşist toplamın da tarihte kalmış, yüzeyi örümcek ağı bağlamış eski bir anı olmadığını; bir süredir bastırılmışa benzediği yerden, üzerinde biriken zamanı yırtıp fırlayarak en beklemediğimiz yerlerden yaşamlarımıza sızmanın yolunu aradığını ve bazen de başardığını düşünürsek, Nazizm ve faşizm üzerine yazılanların geçmişte de, bugün de çok ilgi çekmesini daha iyi anlarız olasılıkla.
Bunlara ek olarak, İkinci Dünya Savaşı, dünyanın toplu belleğinde çok kilit bir yer tutuyor. Bu nedenle savaş sonrasında üzerine yazılıp çizilen pek çok şey var. Ancak savaştan önce yazılmış, savaşı yaratan etmenleri öyküleyen aynı oranda fazla yapıt yok.
Ödön von Horvath’ın Tanrısız Gençlik’i (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2021) tam olarak bunu yapıyor: Nasyonal sosyalizmin ve daha geniş anlamıyla faşizmin kök salışını okurun gözleri önüne çok canlı bir biçimde getiriveriyor.
Kitap ilk kez 1938’de yayınlanmış. Yaşamı ve özellikle ölümü en az yapıtları ölçüsünde ilginç olan von Horvath’ın Nazilerle başı hoş değil. Yaşamını yitirmeden kısa süre önce Almanya’nın Avusturya’yı topraklarına katmasının ardından Paris’e taşınıyor, kısa süre sonra da ölüyor.
Tanrısız Gençlik, Nazizm’in olgunlaşıp toplumu kapladığı, ancak asıl amacı olan savaş evresine henüz ulaşamadığı bir dönemde geçiyor. Kitabın ana karakteri ve aynı zamanda anlatıcısı, Nazilerle geçinemeyen bir öğretmen. Kitabın henüz başında, sınav kağıdına ‘bütün zenciler üçkağıtçı ve tembeldir’ yazan bir öğrencisinin bu tümcesinin üstünü çizdiği için hem tüm öğrencilerinin, hem de velilerinin gadrine uğruyor.
Kitabın ilk yarısı, anlatıcı ve çevresindeki kişiler üzerinden, toplumun faşizmi nasıl benimsediğinin işlenmesiyle geçiyor. Anlatıcı, bir öğretmen olmasına karşın, toplumun benimsediği ırkçı, düşmanlaştırıcı, ayrımcı ve savaş yanlısı Nazizm’le açıktan karşı karşıya gelecek gücü bulamıyor kendinde. ‘Onlardan biri’ gibi davranmıyor illaki, ama kendisine gösterilen tepkiye de, bununla dolaylı-dolaysız bağlantılı diğer sorunlarda da, sesini çıkarmıyor.
Bir yandan toplumuyla ilgili çok çarpıcı ve net saptamalar yapabilen, bir yandan da bu saptamalarla ne yapacağını hiç bilmeyen bir ana karakter görüyoruz. Gidişin iyi olmadığının ayırdında, ama kendisi gibi düşünenlerle bir araya gelemiyor, gelse bile yapacağı bir şey olduğuna inanmıyor. Kendi kişisel koşullarını iyileştirme derdinde, bu anlamıyla da Nazilerin çizdiği sınırın dışına pek çıkmıyor.
Öğrencileri ise alabildiğine kaba, yırtıcı, savaş yanlısı. Nazizm’in toplumu çocukluk ve gençlik örgütlenmelerinden başlayarak Alman üstünlüğü için savaşacak bir asker yığını olarak geleneksel otorite yapılanmaları içinde yoğurup faşist bir hiyerarşi içine yerleştirme yöntemini çok canlı anlatıyor von Horvath. Otorite figürünün parmağı kimi gösterirse ondan nefret eden, kendini yöneticilerinin düşleri uğruna gözden çıkarmaya dünden razı küçük birer askercik bu çocuklar.
“Evet, belki Annie’nin annesi haklıdır,” diyor anlatıcı bir yerde, “Erkekler çıldırdı, çıldırmayanların da azmış delilere deli gömleğini giydirmeye cesareti yok. Evet, kadın haklı. Ben de korkağın tekiyim.”
Anlatıcının korkaklığı ve toplumsal kokuşmuşluk, kitabın ikinci yarısıyla birlikte, ilk yarısından biraz farklı bir öykü üzerinden işleniyor. Daha doğrusu, kitabın ikinci yarısı, ilk yarısını okuyan okurun belki de pek beklemeyeceği biçimde ilerliyor.
O dönemde yaygın olan yarı-askeri gençlik kamplarından birinde çocuklara denetmenlik yapıyor anlatıcı. Çocukların arasındaki önemsiz sayılabilecek bir çekişmeye gizlice dahil oluyor, onun bu karışması da çocuklar arasındaki gerginliği artırarak dolaylı yoldan bir çocuğun öldürülmesine neden oluyor. Kitabın ikinci yarısı bir mahkeme draması, bir soruşturma romanı havasında geçiyor. Kişisel bunalımlar toplumsal açmazların önüne geçiyor. Kitap, bana göre, başlangıcındaki derin toplumsal tınıyla pek de uyumlu olmayan oldukça kişisel bir sonla bitiyor. Ne anlatıcı gerçek anlamda korkusunu yeniyor, ne dert ettiği konularla ilgili gerçek bir çözülme görüyoruz. Gerçi, öykü bir anlamıyla doğru düzgün sonlanıyor. Belki de benim kişisel beklentilerim başka türlü olduğu için söylüyorum bunları. Pek çok başka okura göre kitabın iki yarısı arasında böyle bir kopukluk olmayabilir.
Bir noktaya değinmesem olmaz: Tanrı ve Tanrısızlık, kitapta tahmin edileceği ölçüde önemli bir yer tutmuyor benim bakışıma göre. Tanrının iyiliği ve kötülüğü, büyük oranda dünyada izin verdiğine inanılan iyilik ve kötülük üzerinden tartışılıyor.
von Horvath’ın dilini yer yer dağınık bulsam ve öyküyü izlemekte zorlandığım noktalar olsa da; döneminden ve öyküsünden beklenmeyecek ölçüde akıcı ve keyifli yazılmış bir kitap Tanrısız Gençlik. Kısa da olduğu için, eğer kafanızı toparlayıp başlarsanız ve severseniz, tek oturuşta bitirmeniz işten değil (gerekli de değil tabii). Söz ettiğim ağır ve bunaltıcı tartışmalar, kitapta oldukça akıcı ve ilgi uyandırıcı biçimde yazılmış. Bunu aynı oranda beğenmediğim kesitler için de söylüyorum.
Bugün geri dönüp baktığımızda büyük karanlıklar içinde gördüğümüz bir dönemi ve toplumu, karanlığından arındırmaksızın eğlenceli ve canlı bir dille öyküleyebilmek küçük iş değil, bu yüzden von Horvath’ın hakkını vermeli. Gülperi Zeytinoğlu’nun çevirisinin de yetkin olduğu izlenimindeyim, beni irkilten ve ‘böyle çevrilmemeliymiş’ dediğim bir yer olmadı.
Buna karşın, kitap, belki yazıldığı dönem dolayısıyla, belki von Horvath’ın amacı başından beri bu olmadığı için, potansiyelini gerçekleştirerek tam bir toplumsal romana da dönüşmüyor. Taşıdığı atmosferi ve vurucu saptamaları çarpıcı ve zamana dayanıklı bir kurguyla da birleştirmiyor. Gerçi von Horvath ikinci yarıdaki gizem öğelerinin büyük heyecan uyandıracağını ummuş olabilir, ama bende bu duyguyu yaratmadı ne yazık ki ilgili kesitler. Ama, belki yazınsal değerinin önüne geçse de, kitabı değerli yapan tam da o saptamalar, o atmosfer. Henüz patlak vermemiş büyük bir fırtınanın iç tıkayıcı basıncı.
Anlatıcının bir noktada kendi kendine mırıldandığı gibi:
“Yeni barbarlar, yeni uluslar.
Silahlanıyorlar, silahlanıyorlar. Bekliyorlar.”
Okumalı mısınız?
Nazi Almanyası ilginizi çekiyorsa okumanızı öneririm. Faşizmle ilgileniyorsanız da okumanızı öneririm. Aslında… Konu biraz ilginizi çekiyorsa ve zaman ayırabilecekseniz okumanızı öneririm, von Horvath’ın biçemi ve tarzı oldukça erişilebilir bir tarz, kitabın atmosferininse üzerine düşünmeye değer. Büyülenmeyeceksiniz, ama değerli bir okuma deneyimi yaşayacaksınız derim.