Yan Karakterlerin Altın Çağı: Mitolojinin ikincil karakterleri yazın dünyasını ele mi geçirdi?

İlkin Şilan

Bu sıralar sohbet ettiğim diğer okurlarla üzerine konuştuğum kitaplarda ortak bir tema gözlemliyorum: Edebiyatın ve mitolojinin ikincil karakterlerinin, çoğu hikayede şimdiye kadar arka planda kalmış, bir iki cümleyle geçiştirilmiş kişilerin ağzından yazılmış kitaplar, özellikle 2020 yılından itibaren popülerlik kazandı. Şimdiye kadar arka planında kaldıkları hikayelerin baş kahramanı olarak hikayenin kontrolünü alıveren bu karakterler aslında olayların hiç de anlatıldığı gibi olmadığını söylüyor çoğu zaman.

İkincil kahramanlarla ilk deneyimim

Bahsettiğim temaya olan ilgim aslında üniversite yıllarıma dayanıyor. Aldığım bir derste yapacağımız proje olarak, okuduğumuz eserle ilgili yaratıcı bir devam eseri üretmemiz gerekiyordu. Okuduğumuz eser bir kaptanın hikayesiydi, ilahi bir sesle konuştuğuna inanan kaptan gemisini fırtınalı sularda yönlendirmeye çalışıyordu. Benim aklıma ilk gelen şeyin ara sıra bahsedilip geçilen mürettebattan birinin günlüğünden bir kesit yazma fikri olduğunu hatırlıyorum. Tanrı ile konuşan bir kaptan çok etkileyici bir öykü fikri olabilir ama bana sorarsanız Tanrı ile konuştuğunu düşünen bir kaptanın mürettebatında yer alan bir adamın düşüncelerinin de ondan aşağı kalır yanı yok.

Düşününce bu tür eserlere hep bir ilgi duyduğumu fark ediyorum. Bir hikayenin birden çok bakış açısıyla, hissiyatla ve deneyimle yoğrularak anlatılabileceğini fark ettiğimden beri okuma deneyimim çok zenginleşti. Bu nedenle de bir şekilde yollarımın yeniden ikincil karakterlerin anlatımı ele geçirdiği anlatılarla kesişmesi benim için sürpriz olmadı.

Patroklos’un sesini duyuyorum

Daha önce birçok farklı başlık altında bahsettiğim Madeline Miller’ın Akhilleus’un Şarkısı, benim için bir kapı açtı. Patroklos’un ağzından Akhilleus, savaşlar, tanrılar, aşk ve dostluk gibi birçok konuyu dinlemek benim için inanılmaz bir deneyimdi. Truva Savaşı ile ilgili anlatılan her şeyde Patroklos’un tek görevi ölmek gibi gelmişti bana. Ölmeliydi ki Akhilleus önce kaderini gerçekleştirebilsin, sonra da ona boyun eğmek zorunda kalsın. Oysa Patroklos bundan çok daha fazlasını hak ediyor, bunun bilincine bu kitabı okuyana kadar varamamıştım.

Patroklos hem kendi kaderine hem de Akhilleus’un kaderine karar vermek zorunda. Hem çok yakın iki dost hem de yeni yeni kabul görmeye başladığı üzere iki sevgili olarak birçok dönüm noktasını beraber geçiyorlar. En derin sırlarını paylaşıyorlar, ilkleri yaşıyorlar, beraber korkuyorlar ve beraber güç buluyorlar. Ama sadece biri altın çocuk, tarih sadece birini yazıyor. Ta ki bu zamana kadar.

Madeline Miller’ın mitolojik eserlerde hiç fark etmediğimiz, arkaplanda kaybolan karakterleri tutup hikayeden çıkarma, onları parlatma ve onlara bir ses verme konusunda çok özel bir yeteneği olduğunu düşünüyorum. Bu yeteneğini konuşturduğu tek kitap tabii ki Akhilleus’un Şarkısı değil, en az onun kadar çok konuşulmuş bir kitap olan Kirke.

Kirke’nin hikayesi

Kirke, Odysseus’un hikayesinde duyduğumuz bir cadı, bir tanrı çocuğu. Çocukluğu boyunca görmezden gelinen, aşağılanan ve unutulan bir karakterken yaşadığı bir olay onu tamamen değiştiriyor. Kirke, Prometheus’un cezalandırılmasına tanık oluyor, hatta onunla konuşma fırsatı buluyor. Başkaldırı ile ilk kez burada tanışan Kirke’nin içinde adeta bir ateşe dönüşüyor bu anı. Bir bakıma Prometheus sadece insanlığa değil Kirke’ye de ateşi veriyor. Öyle ki günün birinde Kirke, en tehlikeli tanrılara bile baş kaldıran bir cadıya dönüşüyor.

Kirke’yi okuyana kadar Kirke gibi bir karakterin baş kahraman olmadığı, kendinden söz ettirmediği, spot ışıklarını kendine çevirtmediği bir hikaye olamaz diye düşünüyordum. Böyle bir karakter nasıl ikincil bir karakter olarak yıllarca unutulabilirdi ki? Bu nedenle Odysseus’un hikayesinde Kirke’nin nasıl anlatıldığına bakmak istedim ve açıkçası şok oldum desem tepkimi anlatmaya yetmez.

Karakterleri biliyor olsam da hikayeyi hiç baştan sona okumadığım için ben Kirke ile derinlemesine ilk kez Madeline Miller sayesinde tanıştım. Belki ilk Odysseus’un hikayesiyle tanışsaydım, Madeline Miller’ın Kirke’si karşısında şok olurdum bilemiyorum. Ancak Odysseus’un Kirke’sinin bir stereotip, Madeline Miller’ın Kirke’sinin gerçek bir kadın gibi hissettirmesinin hangisini ilk önce okuduğumla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum.

Kadınlar tarihin ve mitolojinin aslında kalbinde yer alıyor. Ancak biz onları genelde erkekler için yas tutarken, kullanılırken, öldürülürken, kendilerini feda ederken görüyoruz. Çok az eser (bunların belki de en ünlülerinden biri Antigone olmak üzere) güçlü kadınlara hakkını veriyor. Tam da bu nedenle bahsedeceğim bir sonraki eserin benim için yeri çok farklı oldu.

Kızların Suskunluğu ve bu suskunluğun bitişi

Truva Savaşı’nda ve bu savaşa doğru adım adım giderken fethedilen yerlerde esir alınan kadınlara ne olduğunu hiç merak ettiniz mi? Pat Baker etmiş ve etmekle kalmayıp bununla ilgili bir kitap yazmış.

Kızların Suskunluğu, Akhilleus’un kölesi olarak verilen ve Agamemnon tarafından el konulan, dolaylı olarak Patroklos’un sonunu getiren bir kadının, Briseis’in ağzından onun ve onun gibi birçok kadının hikayesini anlatıyor. Bir zamanlar asil olarak saraylarda yer alan kadınlar maruz kaldıkları her türlü aşağılamaya rağmen hayatta kalmak için birbirlerine ve anılarına sığınıyor.

Savaşın ne kadar vahşi bir şey olduğunu biliyordum tabii ki ama ne kadar yıkıcı olduğunu, bir insanın benliği üzerindeki bu derece yozlaştırıcı etkisi olabileceğini, özellikle kadınların savaştan ne kadar etkilendiğini bu kitabı okuyana kadar tam kavrayabildiğimi düşünmüyorum. Birçok insanın da bunu kavrayabilmesi için savaşın yıkıcı etkileriyle karşılaşmış kadınlar ve çocukların hikayesini okuması gerektiğini düşünmeye başladım. Truva Savaşı’nı ancak savaşın erkeklerini odağımıza aldığımızda bir destan olarak görebiliriz. Çünkü bu savaşın kadınlarını okuduğumda benim tek hissettiğim hüzün, acı ve yıkım oldu.

Ancak bu akıma dair okuduğum her kitaptan aynı verimi alamadığımı söylemem gerek. Genevieve Gornichec’in Cadının Yüreği adlı kitabı benzeri eserlere göre hem olay örgüsü hem de yazım dili olarak yetersiz geldi.

Loki hayran kurgusu okuyorum

Cadının Yüreği kitabına, yukarıda bahsettiğim kitaplardan aldığım referansla başladım. Benzer bir konuyu, yani Kirke gibi bir başka cadıyı, bu sefer Yunan Mitolojisi değil İskandinav Mitolojisi’nden bir karakteri konu alan bu kitap onun kendini arayışını ve Loki ile aşkını anlatıyor. Ancak kitabın dili, bana lise yıllarımda okuduğum Tumblr hayran kurgusu yazılarını öyle hatırlattı ki ne kadar zorlasam da yarısından sonra kitaba devam edemeyeceğimi kabul etmem gerekti.

Benim romantik kitaplarla aramın iyi olmaması bir önyargım olabilir düşüncesiyle kitabı yeniden ele almak istedim ancak burada yine kendisinden önce okuduğum eserler, verdiğim yargının haklılığını bana bir kez daha gösterdi. Kirke ve Odysseus’un iletişimini ve aralarındaki sevgiyi okurken bu tarz bir rahatsızlık hissetmedim. Gerçek bir diyalog gibi hissettirdi bu konuşmalar.

Eserle ilgili bir diğer problem de yan karakterin odağa alındığı ve baş kahraman yapıldığı bu eserde diğer karakterlerin kişiliğine sadık kalınmadığını hissetmem oldu. Ana karakterin Loki olmaması, Loki’nin artık mitolojideki Loki olma özelliğini kaybetmesi anlamına gelmemeli. Patroklos’un dilinden anlatılan Akhilleus daha insancıl, daha duygusal bir karakter olabilir ancak yazar Akhilleus’u kibrinden, savaşa olan açlığından ve statü kaygısından arındırmıyor. Karaktere sadık kalıyor. Cadının Yüreği’nde ise Loki tamamen başka bir karaktere bürünüyor, sadece aralara tanıdık birkaç olay serpiştiriliyor ki okur “Evet bu Loki!” noktasında kalabilsin.

Sona doğru gelirken

Bu akımın yakın zamanda popülerliğini kaybedeceğini düşünmüyorum. Anlatılmış yüzlerce hikayenin arka planında kalmış birçok efsane karakter mevcut. Bunun sadece mitoloji ile kısıtlanmadığını görmek de beni çok mutlu ediyor.

Yakın zamanda Hamnet’i okudum, Shakespeare’in çocukken hastalıktan ölmüş oğlunu konu alan bu kitap, geride kalan ailenin hayatına, hislerine ve deneyimlerine odaklanıyordu. Shakespeare dönemin en büyük oyun yazarı olabilsin diye geride kalanlar da seslerinin, hikayelerinin duyulmasını hak etmiyor mu? Tabii ki ediyor, ve Maggie O’Farrell bunu en güzel şekilde yapmış diyebilirim.

Onun dışında, benim radarıma girmiş, bu dosya kapsamında değerlendirilebilecek birkaç kitap daha mevcut. Bunlardan biri daha Türkçeye çevrilmemiş ve Kızların Suskunluğu’nun devamı niteliğindeki The Women of Troy kitabı. Bir diğeri ise ünlü BookTuber Jack Edwards’ın tavsiyesiyle duyduğum Ariadne. Yine Truva Savaşı’nın kadınlarını anlatan A Thousand Ships ve Helen’in ana karakterlerinden biri olduğu Daughters of Sparta da listemde. Bunları da okudukça sizinle düşüncelerimi paylaşacağım.

O zamana kadar iyi okumalar, yan karakterlerin altın çağında, unutulmuş seslerin hikayelerinde buluşmak üzere!

Blog at WordPress.com.