İlkin Şilan
Yoko Ogawa’nın Hafıza Polisi adlı romanı uzun zamandır elime geçen en ilginç kitaplardan biriydi. Bazı kitaplar üzerine yazmadan önce sindirmem gerektiğini hissederim, bu da onlardan biri olduğu için yaklaşık 2 ay önce okumuş olsam da ancak düşüncelerimi toparlayabildiğimi hissediyorum. Çok uzun olmasa da dopdolu bir kitap olan Hafıza Polisi, benlik konseptine olan bakış açımı tamamen değiştirdi.
Düşüncelerime geçmeden önce kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum. Kitap adı bilinmeyen bir adada geçiyor. Bu ada oldukça ilginç bir fenomene ev sahipliği yapıyor; adadaki şeyler bir günde yok oluyor ve yasaklanıyor. Adadaki insanlar, ne kadar isteseler de artık yok olan objeye dair herhangi bir anı, his veya düşünceye sahip olamıyor. Bir süre sonra yok olan şeyin ne olduğunu bile hatırlayamıyorlar. İstisna insanlar mevcut, bunlar hiçbir şeyi unutmuyor. İşte burada devreye “hafıza polisleri” giriyor. Yok olduğu ilan edilen objelere dair kalan şeyleri temizledikleri gibi bunları hatırlamakla adeta lanetlenmiş insanları da temizliyorlar.
Ana kahramanımızın annesi de bu hatırlayan insanlardan biri. O daha küçükken annesi bir gün hafıza polisi tarafından alınmış ve sonra öldüğü söylenmiş. Kendisi hiçbir şey hatırlayamasa da annesinin sakladığı objeleri ona gösterdiğini hatırlıyor. Bir roman yazarı olarak kitap boyunca bir daktilo kursuna giden bir genç ve öğretmeni arasındaki aşkı yazıyor. Yaşlı bir adamla iyi bir dostluğu var. Ancak dünyası bir günde değişiyor, çok sevdiği editörünün (kitapta R olarak geçiyor) hatırlayan insanlardan olduğunu öğreniyor ve önemli bir karar veriyor: Evinde yaşlı adamla beraber hazırladığı gizli çatı katında editörünü saklayacak.
Kitap boyunca objeler kaybolmaya devam ediyor. Hatta bir noktada romanlar kayboluyor ve ana karakterimiz artık yazamamaya başlıyor. R, ne kadar çabalasa da ne yaşlı adamı ne de baş kahramanımızı hatırlamaya itemiyor. İnsanların sevdiği, rutinlerinin bir parçası olan, hatta benliklerini oluşturan objelerin kaybının onları ne kadar basitleştirdiğini, yavaş yavaş tükettiğini R ile beraber okur da izlemek zorunda kalıyor. Bu noktada okur, R ile aynı kaderi paylaşıyor desek yanlış olmayacaktır. Nasıl R çaresizce sevdiği değer verdiği bu insanların yok oluşunu izliyorsa okur da aynı çaresizlikle izliyor.
Baş kahramanımız her zaman kaderinin en sonunda yok olmak olduğunu seziyor sanki, bir noktada kaybolacak şeyler kalmadığında sıradakinin kendisi olacağını seziyor. Hafızamızın benliğimizin ne kadar kökünde bir noktasında olduğunun iyi bir metaforu bu aslında.
R ise hatırlayan biri olarak yasın tüm yükünü sırtlamış gibi. Kaybolan her şeyin yasını tutmak, özlemek, artık bu şeyleri paylaşamamak ve onlara tutunmakla lanetlenmiş gibi.
Kitabın sonunda unutan herkes yok olduğunda ve hatırlayanlar saklandıkları yerden çıktığında adaya ne olacağını aşırı merak ettiğimi fark ettim. Hatırladıkları herhangi bir şey dışarıdaki dünyada yok edilmiş durumda. Sebzeler, meyveler, güller, hatta mevsimler yok olmuş, yok edilmiş. Artık hatırlayan insanlar özgür olduğuna göre onlar da geri mi gelecek? Yoksa artık her şey için çok mu geç?
Belki de bu sorunun cevabı baş kahramanımızın yazdığı öyküde saklı. Hikaye içinde hikaye diyebileceğimiz bu öyküde bir daktilo kursu öğrencisi öğretmeni ile aşk yaşıyor ve bir sabah uyandığında sesini kaybettiğini fark ediyor. Durum böyle olunca daktilo ile yazarak iletişim kurmaya başlıyor. Bir gün daktilosu da bozulunca öğretmeni daktiloyu tamir etmek için kursun olduğu binanın çatı katına götürüyor kızı. Ancak burada işler değişiyor. Meğer kızdan sesini ve şimdi de daktilosunu alan kişi zaten öğretmenin kendisiymiş. Artık kızı istediği gibi kullanıyor, giydiriyor, manipüle ediyor. Öyle ki, kız kurtulma imkanı olduğunda bile yardım isteyemiyor. Artık kendisi değil, kendine ait değil. Kaybettiği şeyleri almasının bir yolu yok, ne kadar yas tutarsa tutsun eskiden olduğu insanı hatırlayamıyor. Ondan alınan şeyler çok büyük, onlarsız kendisi olamıyor.
Bazen kaybedilen şeyler, benliğimizden bir parça ile yok oluyor ve bunun geri dönüşü olmuyor demek istiyor belki de Ogawa. Sesimiz, rutinlerimiz, anılarımız bizden alındığında geriye kalan şey biz olmuyoruz, biz de kayboluyoruz.
Bu kitaptaki politik göndermeleri anlamamak mümkün değil ancak ben belki de bunları görmemeye ve bu kitaptan kendi ihtiyacım olanı almaya odaklandım. O nedenle de bu kitabı bir siyasi distopya olarak değerlendirmedim. En başta da bahsettiğim gibi, varoluşumuzdaki çok temel bir noktaya, bizi biz yapan şeylere dair gerçekten çok anlamlı bir hikaye okuduğumu hissettim. İleriki yaşlarımda bu kitabı tekrar okuyacağıma ve olduğum noktadan yeniden değerlendireceğimi neredeyse eminim.
Okumalı mısınız?
Eğer biraz ağır ve sizi varoluşsal fırtınalara savuracak bir kitap için doğru ruh halindeyseniz, evet. Kesinlikle hafif ve gün geçirmelik bir kitap olmadığını itiraf etmeliyim. Ancak ben bir noktada okunması gerektiğine inanıyorum.