Uçuk bir Soğuk Savaş gerilimi: High Citadel

Can Güçlü

Desmond Bagley’nin High Citadel’i (Collins Crime Club, 2017) okuduğum en uçuk romanlardan biri.

Bir gerilim yazarı olarak Bagley de, bu romanı da; Ian Fleming’in Casino Royale (1953) ile başlayan James Bond romanlarını, Alistair MacLean’in The Guns of Navarone (1957)ve Where Eagles Dare (1967)gibi ünlü romanlarını, ardından örneğin Frederick Forsyth’ın The Day of the Jackal (1971) romanını ortaya çıkaran dönemin bir ürünü. High Citadel de, Fleming, MacLean ve daha pek çok yazar gibi, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından modern bir yüze kavuşan gerilim romanı furyasının bir parçası, üstelik önemli bir parçası.

Gerilimin bir tür olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan geriye gittiğini söylemeye gerek yok, ancak savaş sonrası İngiliz ve Amerikan yazınında yaşanan gerilim patlaması, önceki yılların gizem-cinayet romanlarını çok aşan bir okur topluluğunca, daha büyük coşkuyla benimsendi.

Bilmiş dedektiflerin işlenip bitmiş cinayetleri çözmek için attığı uzun nutukların yerini, bir tehlikeyi önlemek, bazen büsbütün dünyayı kurtarmak için uçaklardan atlayan, dağları aşan yırtıcı erkeklerin yürek hoplatan serüvenleri aldı.

Bagley’nin de önemli bir parçası olduğu bu gerilim furyası, tümü belirli örüntüleri paylaşmakta buluşan pek çok yazarın yaklaşık 35 yıl boyunca Batı yazınına yeni bir renk katmasını sağladı. Bugün hala en çok ilgi gören türlerden biri olan gerilim, denebilir ki ilk önce bu dönemde şaşırtıcı bir yaygınlığa ulaştı.

Bir suç yazını okuru olarak -ki bu nokta, suç yazını nitelemesinin yetersiz geldiği noktalardan biri, çünkü bu dönemin yapıtları sıklıkla işlenen bir suç çevresinde değil, uluslararası casusluk gibi daha heyecanlı bulunan olaylar çevresinde gelişiyor- bu dönemin yapıtlarını okumayı önemsiyorum. Henüz yolum uzun olsa da, gerilim türünün tarihsel örneklerini incelemenin hem kendine özgü bir keyfi ve öğreticiliği var, hem de türün gelişimini incelemek kendi başına bir heyecan.

High Citadel de özellikle merak ettiğim kitaplardan biriydi, okuduğum ilk Bagley romanı oldu. Yalnızca okuduğum ilk Bagley romanı olmakla kalmadı, okuduğum en uçuk, en yırtık romanlardan biri de oldu.

Basit bir öyküsü var kitabın: Gerilim türünde sıklıkla gördüğümüz üzere karanlık ve acılı bir geçmişi olan bir ana karakterimiz var, Kore Savaşı’nda çarpışmış, tutsak alınmış ve uzun süre işkence görmüş gözükara bir pilot. Oldukça klişe.

Bu pilot, bir merdivenaltı havayolu için bir Güney Amerika ülkesine seferler düzenleyerek yaşamını kazanıyor. Ancak uçuşlarından birinde yardımcı pilotunun ihanetine uğruyor ve uçağı bir dağa güçlükle indirebiliyor. Bu yüzden yolcularla birlikte dağdan inmek ve güvenli bir yere ulaşmak zorundalar.

Oysa o iş öyle kolay değil, bulundukları bölgeden çıkışları, çevrelerini saran küçük bir ordu tarafından engelleniyor. Ve sivillerden oluşan bu küçük grup, kuşatma altında kalınca, benzer bir durumda hepimizin yapacağı şeyi yapıyor: Bulabildiği bütün malzemelerle arbalet, mancınık gibi ortaçağ silahları üreterek saldırganlara direnmeye başlıyor.

Eğer bu ana dek kitabı neden uçuk olarak nitelediğim anlaşılmadıysa, kitabın Soğuk Savaş ruhunu nasıl güçlü tonlarla taşıdığını açıklayabilmek için, ana karakterimize ve birlikte olduğu gruba saldıran kişilerin ne denli kötücül, ne denli tehlikeli, ne denli yırtıcı kişiler olduğunu belirtmem gerekiyor. Çünkü onlar herhangi bir askeri birlik değil, onlar komünist!

Ana karakterimize Kore’de işkence eden, uygar Batılı insanların korkulu rüyası, insanlık nedir bilmeyen, yakaladığını çiğ çiğ yiyen komünistlere karşı umutsuz bir direnişin romanı bu.

Komünistlerin bu gruba saldırmasının nedeni basit: Uzun süredir faşist bir diktatörlükle yönetilen bu Güney Amerika ülkesinde artık siyasi erkin güçsüzleşmesi sonucunda düzen değişecek, ancak değişen düzende gücü elde etmek isteyen demokrat bir grup olduğu gibi, ciddi bir komünist grup da var. Demokrat grubun ülkede dengeyi sağlayıp başa geçebilmesi için zamanında ülkeden sürgün edilen, ama hala halkın çok sevdiği eski başkanın siyasi mücadeleye dönmesi gerekiyor. İşte bu başkan, gizli kimlikle ana karakterimizin uçağına binmiş, ülkesine dönmeye çalışan yaşlı adamlardan biri. Dolayısıyla başkanın korunması, ülkenin komünizmin pençesine düşmemesi için çok gerekli.

Kitabın bu denli güçlü bir ideolojik ton taşımasını beklemiyordum okurken, ama bir Soğuk Savaş gerilim romanı olduğunu düşünürsek şaşılacak pek bir şey yok. Kitapta komünist sözcüğünün düşünülebilecek en ağır sövgü olarak kullanılması, kötü adamlara karşı savaşmanın gerekliliğini tartışan karakterlerin bu adamların komünistlikten ötürü ne denli aşağılık olduğunu vurgulayıp durması, daha duyarlı bir siyasi atmosferde olsaydık belki rahatsız edici olabilirdi. Oysa o denli eski, o denli yüzeysel ve o denli karikatürize bir antikomünizm damgası var ki kitapta, yalnızca ilkelliği dolayısıyla eğlenmemek elde değil.

Bu çok güçlü siyasi duruş bir yana, kitap temel amaçlarını başarılı biçimde yerine getiriyor, yani hem doğaya, hem kendinden güçlü bir düşmana karşı sağ kalmaya çalışan küçük bir grubun başından geçenleri çok heyecanlı biçimde anlatıyor. İş ideolojik tona, kadınların yazımına, savaşçı ve tek boyutlu bir erkekliğin yüceltilmesine gelince eski püskülüğü üzerinden dökülen kitap; öykünün temposuna, çatışma sahnelerinin yazımına ve kendini okutmaya gelince neden hala önem taşıyabileceğini gösteriyor.

Ortaçağ silahlarının üretilip kullanılması, kitabın konusunu okuduğumda bana gülünç gelmişti. Eminim bu incelemede size de gülünç geldi. Doğru, kitabı okuyunca da gülünç; ama beklediğim ölçüde ilgisiz alakasız ve kaçık kalmıyor öykü içinde. Bu denli arkaik ve uçuk bir romanın, üstelik kendini bir ölçüde ciddiye de almasına karşın, neredeyse 60 yıl sonra kendini okutabilmesi dikkate değer.

High Citadel, Soğuk Savaş döneminin Batılı gerilim romanlarının uçukluğunu, ucuzluğunu, bize artık eski gelen klişe erkekliği, savaş yücelticiliğini, kısacası bir dönemin bütün özelliklerini taşıyan bir roman olarak o dönemin ruhunu buram buram okura duyuruyor. Bir yandan da gerek temposu, yer yer gerek dili, yer yer diyalogların yazımı, çoğu kez de çatışmaların yazımıyla neden çağdaş bir yüz taşıdığını da gösteriyor. İlginç, eleştirilesi, eğlenceli bir roman.

Bagley’nin Türkçeye çevrilen romanları var, saptayabildiğime göre High Citadel onlardan biri değil. Ancak çevrilmiş olanları sahaflardan bulmak hiç zor değil, en son baktığımda bunlar pahalı da değildi. Henüz okuduğum tek Bagley romanı bu olsa da, diğer romanlarının da yazıldıkları dönemin ruhunu yansıtan eğlenceli kitaplar olduğundan kuşkum yok.

High Citadel’i okumak çağdaş gerilim okuru için ilginç bir deneyim olabilir, Soğuk Savaş dönemini ve bu dönemde yazılıp çizilenleri seven okurlar içinse özel önem taşıyor.

Okumalı mısınız?

Eğer özellikle Soğuk Savaş gerilim romanlarıyla ilgilenmiyorsanız, çağdaş herhangi bir okunacaklar listesinde High Citadel’in kendine bir yer bulması çok güç, hele çağdaş muadilleri de varken. Ama olağan koşullarda kolay kolay aklınıza gelmeyecek, televizyonda eski aksiyon filmine denk gelince mutlu olmanın bir başka türlüsünü yaşatacak, eğlenceli bir kitap istiyorsanız önerebilirim bu romanı. Eğer gerilim türüne özel bir ilginiz varsa ve türün gelişimini kendi gözlerinize okumak istiyorsanız, belki High Citadel’i değilse de Bagley’nin en az bir romanını okumakta yarar var.

Blog at WordPress.com.

Altı Üstü Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et