Edebiyat ve İdeoloji

Can Güçlü

Basit bir soruyla başlayalım: Çok beğendiğiniz bir kitap okuyorsunuz, ama okudukça anlıyorsunuz ki yarattığı öyküyü, dilini, anlatımını sevdiğiniz yazarla belirli konulardaki görüşleriniz hiç uyuşmuyor. Şimdi ne olacak?

Yazınsal yapıtlarla kurduğumuz ilişkide, bu yapıtlar içinde dile getirilen görüşlerle uyuşmamız ne ölçüde önemli?

Temelde sanatın ve yazının ideolojiyle, yani düşüngüyle, dolayısıyla da toplumsal olay ve olgularla ilişkisinden doğan bir soru bu. Türlü boyutları var; yazar-okur ilişkisiyle ilintili, yapıt-okur ilişkisiyle ilintili, hatta kuşkusuz yazar-yapıt ilişkisiyle de ilintili. Bunu bilimsel bir tartışma olarak ele almak olanaklı, eminim alınıyordur da. Ben böyle yapmayacağım, bir okur olarak aklımı çokça kurcalayan bu konuda düşüncelerimi dökeceğim.

Sanatsal yapıtları düşüngüden, hatta genel anlamıyla düşünceden ayırmak da, içinden çıktıkları toplumdan bütünüyle soyutlamak da elde değil. Belirgin bir düşüngüsel yönelim taşımayan kitaplar bile yazarlarının taşıdığı ya da bilinçli-bilinçsiz etkilendiği yaklaşımları bir ölçüde yansıtıyor. Üstelik yazınsal yapıtlar; toplumun en çarpıcı gerçeklerini öyküleyen toplumcu yapıtlardan, neredeyse bütünüyle yazarın düş gücünden doğan en uçuk fantastik yapıtlara dek temelde insanı, insanın çevresindeki doğayı, bildiğimiz ya da düşleyebildiğimiz dünyaları, gerçek ya da düşsel olayların gerçek ya da düşsel canlılarla etkileşimini konu alıyor. Çünkü insanların elinden çıkıyor ve eninde sonunda bir insan uğraşı.

Nermi Uygur, yazına ilişkin okuduğum belki en ufuk açıcı yapıt olan İnsan Açısından Edebiyat’ta (1965), “Edebiyat yapıtlarının dönüp dolaşıp bütün ağırlığıyla, insanın göründüğü yaratı yazıları olduğuna inanmaktayım…” diyor. Bunu yazınsal yapıtların dönüp dolaşıp insanı konu aldığı biçiminde yorumlamak herhalde doğru olmaz, insana odaklanmadığı gibi insanlardan hiç söz etmeyen yapıtlar da pekala çok vurucu olabilir, üstelik yaşamı anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Uygur, öyle inanıyorum ki, bu sözüyle benim de yukarıda dile getirmeye çalışıp kendisi ölçüsünde başarılı olamadığım şeyi belirtiyor: Yazınsal yapıtlar konuları dolayısıyla değil, yaratıcı insanın dünyasına açtıkları pencereler dolayısıyla insanı gösteriyor.

Yazınsal yapıtlar, yazarların düşünce dünyalarından olduğu denli yaşadıkları dönemin somut dünyasından da izler taşıyor. Bu nedenle biz yapıtların konusu ne olursa olsun bir ölçüde yazarın düşünce dünyasıyla ilişki içine giriyoruz.

Oysa insanların birbirinin düşünce dünyasıyla değinti kurması sorunsuz ve pürüzsüz bir süreçle gerçekleşmiyor. Ürettiği yapıtı bundan korumaya özen gösterse bile belirli düşünsel kalıplar taşıyan, dolayısıyla bu kalıplarla sınırlanan ve biçimlenen bir yazarla yine belirli düşünsel kalıplar taşıyan bir okurun ilişkisi türlü çelişkilere gebe.

Üstelik, yazarların bu düşünsel-toplumsal kalıpların sınırlarından çıkmamak bir yana, yapıtlarını bu düşünsel yapılardan doğan desenlerle bezemekten çekinmediklerini ve sanatsal yapıtlarında düşünsel bir duruş sergilemekten de geri durmadıklarını sıklıkla görüyoruz. Buradaki tutumların yapıtlara etkisinin tek boyutlu ve yönlü olmadığını, bir yelpaze olduğunu düşünecek olursak, yelpazenin türlü kanatlarından sayısız örnek verebiliriz.

Çok klasik bir örnek olarak, ilk İngiliz romanı sayılan Robinson Crusoe’da (1719) Daniel Defoe’nun anlattığı, yalnızca kararlı ve özverili bir adamın onyıllar boyunca ölümcül koşullarda sağ kalma ve hatta kendine küçük bir uygarlık kurma savaşımı değil, aynı zamanda dönemin Hıristiyan ve kapitalist -teknik olarak merkantilist- değerlerinin, uygar Batılı adamın Tanrı inancı ve girişimcilik gücünün doğaya ve uygarlaşmamış insanlara üstünlük kurma öyküsü de.

Yine klasik bir örnek olarak dili ve öyküsüyle iki yüz yıla yakındır temel yapıt sayılan İki Şehrin Hikayesi’nde (1859) Charles Dickens yalnızca bir ailenin çalkantılı zamanlarda ayakta kalma savaşımını konu almıyor, aynı zamanda bütün şiddet ve dehşetiyle Fransız Devrimi’ni, devrimin birtakım değerlerini de konu alıyor.

Toplumsal olay ve olgular, her zaman bir arka plan görevi görmüyor. George Orwell, düşüngüsel yönelimini en ünlü iki yapıtında spot ışığının tam altına yerleştiriyor. 1984 (1949) yıllar içinde baskıcılığa yönelik bir eleştiri olarak hemen hemen tüm toplumsal ve düşüngüsel yapılarca benimsenirken, Hayvan Çiftliği (1945) ise satirik bir Stalin eleştirisi olarakkendi özgün duruşunu okura daha net biçimde duyumsatıyor.

Örnekler, yukarıda sözünü ettiğim yelpazenin her noktasından girdilerle genişletilebilir. Adaletsizlik, eşitsizlik, ırkçılık ve ayrışma gibi toplumsal olgular, Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek’inde(1960) olduğu gibi öykünün ve kurgunun belkemiğini oluşturabiliyor.

Toplumsal bir sorun çevresinde gelişen romanlar Batılılara özgü bir tür değil kuşkusuz. Yakup Kadri’nin Yaban’ı (1932) bir dönemin Anadolusunu ve burada kendine bir yol çizmeye çalışan bir gaziyi anlattığı ölçüde, devrim Türkiyesinin yaratmak istediği birey ve toplumla var olan toplum arasındaki çelişkiyi de görünür kılıyor. Yakup Kadri, seçtiği ortam, dönem ve kişileri yazarken düşüngüsel bir konuma yerleşmekten çekinmiyor, çünkü yapıtı aracılığıyla söylemek istediği bazı sözler var. İki yıl sonra yayınlanan Ankara’da bu kez devrimin bocalamalarını eleştiriyor, üstelik bunu Yaban’da yaptığından daha da açık, daha da yüzleşmeci bir tutumla yapıyor.

Türkçede üretilmiş belki de en iyi yapıt olan İnce Memed (1955) ve üç ardılı da eşitsizliği, adaletsizliği, halkı ezen bir toplumsal düzeni hem Türkiye’nin yerleşik toplumsal açmazları bağlamında, hem de yine cumhuriyetin bocalamaları bağlamında işliyor. Yaşar Kemal’in bu ve diğer yapıtlarıyla hem sanatsal, hem kültürel, hem toplumsal anlamda nasıl önemli bir yere yerleştiğini göz önünde bulundurmak, sanatın toplumsal olgularla ilişkisini irdelemek için özellikle önemli.

Bütün bu örnekler ve veremediğim daha on binlercesi gösteriyor ki yazınsal yapıtların hemen hemen tümü o ya da bu biçimde düşüngüsel bir yük taşıyor. Toplumsal bir görüş çerçevesinde gelişmeyen öyküler de kaçınılmaz olarak yazarın topluma, doğaya, yaşama karşı türlü tutumlarını yansıtıyor.

Üstelik bu düşüngüsel yükü yalnızca anaakım ideolojilerle sınırlamak da anlamsız. İdeoloji kavramının kapsamına ilişkin tartışmaları bilimsel yayınlara bırakıp, burada kurduğumuz bakış açısı içinde karakterlerin yazılışından diyaloglara dek yazarın takındığı ya da yansıttığı tüm görüşleri düşüngüsel tutumlar olarak anabiliriz. Cinsiyetten kültüre, bilimden tarih algısına dek bütün konularda yazarların tutumunu yapıtlarında gözlemlemek olanaklı. 

Örneğin temelde kadın-erkek ilişkilerini konu almayan bir romanda kadınların ya da erkeklerin yazılışından rahatsız oluyorsunuz. Ki, dürüst olalım, özellikle belirli bir dönemden önceki romanların hemen hemen tümünde kadınlar bugün çoğumuzu irkiltecek bir biçimde yazılırken, erkeklerin yazılışından rahatsız olacağımız kitapları özel olarak arayıp bulmak gerekir herhalde.

Varsayalım ki yazarların konu aldığı toplumsal olgulara onlar gibi yaklaşmıyorsunuz ve roman boyunca onların gözünden bu olgularla karşılaşmak sizi huzursuz ediyor.

Sizin değer verdiğiniz şeylerin acımasızca yerildiğini görüyorsunuz. Yazar bunu romanın temel bir sorunu olarak saptamış ve işliyor da olabilir, söz arasında, belki bir karakterin ağzından duruşunu belirtiyor da olabilir.

Kitabı okumayı bırakır mısınız?

Elbette bunun tek bir doğru yanıtının olduğunu düşünmüyorum, size verebilecek öğüdüm de yok. Yalnızca, benim de bir okur olarak sıklıkla yaşadığım bu çelişkiye ilişkin kendi görüşümü dile getirebilirim.

Yapıtları, yazarla okuru birleştiren bir orta nokta sayalım. Burada bir madalyonun iki yüzünden söz ediyoruz: Birincisi, okur yapıtla nasıl ilişki kuruyor, yapıttan ne bekliyor, ona ne anlam yüklüyor? İkincisi, yazar yapıtıyla nasıl bir ilişki kuruyor, ona nasıl görevler yüklüyor?

Okur olarak yazına nasıl bir anlam yüklediğimiz, ya da yazından tam olarak ne beklediğimiz, burada yaşamsal bir önem kazanıyor. Çünkü yazın ve düşüngü arasındaki ilişkide her özgün okurun temel belirleyicisi, yapıttan beklentileri.

Ben bir yapıttan ne bekliyorum? Bunu somutlaştırmak kolay değil. Hataya düşmeyi ve okuyucuyu bir paragraflığına soluksuz bırakmayı kabullenmek pahasına deneyeyim.

Ben yaşamıma küçüklü büyüklü yeni anlamlar kazandırabilecek, kendi kendime kapılamayacağım duygulara ulaşmamı sağlayabilecek, büyük çoğunlukla insanın ve dünyanın karanlık yönlerinden beslenen öykülerden; tanımaktan mutlu olacağım karakterlerin, üstesinden gelinmesinden bir tür doyuma ulaşacağım sorunlarla boğuştuğu kitaplardan keyif alıyorum. Suç yazınına düşkünlüğüm de bundan.

Benim yazınsal yönelimim içinde, taşıdığım toplumsal görüşleri doğrulayacak yazınsal yapıtlar okumak bulunmuyor. Bu, bir düşüngü taşımadığımı ya da yapıtlarda karşılaştığım görüşlerle kendi görüşlerimin çelişmediğini göstermiyor elbette, yeri geldiğinde bazı açmazlarla karşılaşmadığımı da göstermiyor. Ancak yazınsal yapıtlardan beklentimin dünya görüşümün doğrulanması olmadığı anlamına geliyor.

Kurgusal yapıtların öncelikle yazınsal olmasını, sanatsal yapıtların öncelikle özgün sanatsal yapıtlar olarak değer taşımasını bekliyorum, böyle yapıtlara yöneliyorum.

Sanatsal yapıtlarda düşünsel, kuramsal, verisel gerçeklikler aramayı temel bir ilke olarak pek doğru bulmuyorum. Bunun nedeni yazınsal yapıtların gerçekleri içermemesi ya da göstermemesi değil, iyi bir roman, güçlü bir şiir, bir toplumsal gerçeği çok kapsamlı bir araştırmadan daha başarılı biçimde ortaya koyabilir. Dolayısıyla okuru, toplumunu daha iyi tanımaya yönlendirebilir. Buna karşın sanatla ve yazınla kurulan ilişkinin kendine özgü dinamikleri olması gerektiğine inanıyorum, bu yapıtlardan bir tür öğreticilik beklemek, ya da temel beklentinin bu olması, en iyi olasılıkla büyük bir indirgemecilik oluyor.

Elbette, yukarıda da belirttiğim üzere, iyi yazınsal yapıtların; belirli düşünsel tutumları, toplumsal olguları, kültürel yaklaşımları yazınsal değerden ve sanattan ödün vermeden, hatta sanatı geliştirmenin bir yolu olarak taşıyabildiğine, bir tür işleme olarak kendine katabildiğine inanıyorum.

Erdal Öz’ün Kanayan’da(1973) ortaya koyduğunun siyasi bir tutum olmadığını söylemek olanaklı mı? Buna karşılık, benim okuduğum en çarpıcı, en büyüleyici yapıtlardan biri de bu kitaptı.

İyi yazınsal yapıtlar, toplumsal olguları ne denli güçlü tonlarla barındırırsa barındırsın, düşüngüsel yönelimi ne denli somut olursa olsun; temelde yazınsal, sanatsal yapıtlar olma niteliğinden ödün vermiyor. Derinlikli, nitelikli, öncelikle bir kurgusal yapıt olma özelliğinin hakkını veren yapıtlar, düşüngüsel tonu dolayısıyla yazınsallığından bir şey yitirmiyor. Klasikleşmiş toplumcu yapıtlar da böyle ortaya çıkıyor: Biz Kanayan’ı 12 Mart’ı anlattığı için sevmiyoruz, ya da İnce Memed’i Çukurova’nın toplumsal çelişkilerine ayna tuttuğu için sevmiyoruz. İyi yazılmış, okurun dünyasında kalıcı bir yer edinebilecek kitaplar olduğu için seviyoruz, toplumsal gözlem ve söylemin güçlü birer yazınsal işleme olarak kullanılması da zaten kitabın niteliğinin bir bölümünü oluşturuyor.

Bu bağlamda, okurun yapıtla kurduğu ilişkide düşüngüsel beklentilerin yazınsal beklentilerin önüne geçmesini, romanları bir tür doğrulama aracı olarak okumayı, yazınla ve sanatla kurduğumuz ilişki açısından pek verimli ve değerli bulmuyorum.

Bu, madalyonun bir yüzü.

Diğer yüzünde yazarın yapıta yükledikleri var, ki bu da en az okurun beklentileri ölçüsünde belirleyici.

Burada da temel ayrımı yazarın aslında kurgusal, yani sanatsal ve yazınsal olması gereken bir kitabı düşünselleştirmesinde aramak gerekiyor. Türkiye’de türlü toplumsal kesimlerden çok sayıda kişi birtakım görüşleri tartışabilmek için kurgudışı yapıtlar üretme yolunu her nedense seçmiyor, ve anlamlı bir öyküsü bulunmayan, karakterlerine, uzamlarına, yazımına ve tekniğine özen gösterilmemiş birtakım kitaplar içinde kendilerine olanak yaratıp görüşlerini sıralıyor. Bunlar elbette oldukça kötü örnekler, dolayısıyla ad anmayı gerekli bulmuyorum.

Kuşkusuz yalnızca adı anılmayacak ölçüde kötü kitaplarda karşılaşmıyoruz bu sorunla. Yukarıda verdiğim bir örneği biraz açayım: Yakup Kadri’nin birbirini izleyen iki romanı, yani Yaban ve Ankara, aslında bu konunun kusursuz örnekleri. Yaban karakterleri, uzamları, temel sorunsalları ve yazımıyla kendi ayakları üzerinde durabilen, ilgiyle ve tutkuyla okunabilen bir romanken, taşıdığı düşüngüsel yük yazınsal değerinin önüne geçmez ve dolayısıyla yazınsal değerden çalmak yerine bu değeri artırırken; Ankara, Yakup Kadri’nin devrimin karşılaştığı açmazlarla ilgili bir tür iç dökmesinin ötesine geçemiyor, çünkü ne karakterler, ne öykü, ne dil özel bir parıltı içeriyor. Denebilir ki Ankara yalnızca Yakup Kadri’nin söylemek istediği bazı sözleri taşımak için bir araç. Ki bu sözleri sonrasında Politikada 45 Yıl’da (1968) da daha derli toplu olarak söyleyecek, doğal olarak kurgudışı bir yapıta daha uygun olan bu anlatı, o kitapta daha iyi işleyecek.

Elbette elinden geldiğince çok şey okumaya uğraşan bir okur olarak, bu konuyla ilgili tutumum bu yazıda ele aldığım ölçüde net ve derli toplu değil her zaman. Yanıtlamış gibi yapsam da, size sorduğum soruyu ben henüz yanıtlamış değilim; kitaplarda katılmadığım söylemlerle karşılaştığım zaman okumayı bırakıyor muyum?

Yanıt vermeden önce yukarıda bunca açıklamayı yapmam boşuna değil. Söylediklerim, benim kendi okurluk deneyimim içinde yaşadığım bu tür çelişkilerde başvurduğum, zaman içinde oluşmuş genel bir kalıba işaret ediyor.

Eğer okuduğum kitabın iyi bir kitap olduğuna inanıyorsam, bazen çok öfkelensem de, kitabı bitirmeye ve kitapla ilgili görüşümde elimden geldiğince nesnel davranmaya çalışıyorum. Eğer kitapla ilgili duygumu netleştirememişsem ve yazarın söz arasında dile getirdiği tutumunu da onaylamıyorsam kitabı okumak, en azından beğenmek için kendimi zorlamıyorum. Bu dengeyi gözetmeyi bir yana attığım özel bir durum var: Eğer yazar, kitabının niteliğinden ödün vermeyi göze alarak, bir roman -ya da öykü, ya da şiir- yazdığını unutuyor ve okura bir görüş dayatıyorsa, o görüşe katılsam bile kitabı beğenmiyor, bazen bitirmiyorum.  

Batılı suç yazınının en güçlü adlarından biri olan Don Winslow, The Cartel (2005-2015-2019)üçlemesinde ABD’nin ‘uyuşturucuya karşı savaşını’ konu alıyor. İlk iki kitabı birer başyapıt olarak adlandırmaktan çekinmesem de, üçüncü kitabın Amerikan siyasetinin güncel sorunlarına yönelik bir iddianameyi andırması dolayısıyla yazınsal değerini büyük ölçüde aşındırdığına, öyküden, yazım niteliğinden, karakterlerden ödün verildiğine inanıyorum. Üstelik Winslow’un koyu bir Türk karşıtı konuma yerleşmesi de beni bir okur olarak özellikle sıkıntılandırıyor. Bu durumda, kaleminin gücüne inandığım bu yazara büsbütün küsmüş değilsem de, yapıtlarına hoşnutsuz bir çekinceyle yaklaşıyorum.

Yine Amerikalı bir gerilim yazarı olan Brad Thor’un, bir bölümü de Türkiye’de geçen bir romanında Türkiye’ye ilişkin tutumundan irkildiğimi, yazarın düşüngüsel tutumunun yaratıcı tutumuna baskın gelmediğini ayrımsadığım için kitabı bitirebildiğimi anımsıyorum.

Hiç okuyamadığım Batılı yazarlar da var, bazıları zaten çok da etkileyici olmayan kitaplarını daha ilk sayfadan bir işgal ordusu bültenini andıracak biçimde yazıyor çünkü.

Özellikle Batılı gerilim yazarlarının Türkiye’ye yaklaşımı başlı başına bir dosya konusu olabilir, ama sıraladığım çelişkileri yaşamama yol açan yazarlar yalnızca Batılı değil. Türk yazını içinde de, kimi ciddi bir okur kitlesine sahip, düşüngüsel olarak hiç uyuşmadığım yazarlar var.

Burada da hem yazar olarak bu kişilerin kimliğini, hem de yapıtlarının niteliğini dikkate alıyorum. Kimilerinin yapıtlarını öncelikle bir yazınsal ürün olarak ele almakta sorun yaşamasam da, kimileri Türk yazını içindeki yerlerini ürettiklerinden, yazınsal çalışmalarından çok siyasi eylem ya da kimlikleriyle elde etmiş kişiler. Bunların okuru olmamakta, yazdıklarını da içtenlikle merak etmemekte ilkesel bir sorun görmüyorum, çünkü her şeyden önce hiçbir okurun roman kılığına sokulmuş bildirilere gereksinimi olduğuna inanmıyorum.

Bu eleştirel nitelememe indirgenemeyecek olan, aslında önem taşıyan, ancak gerek yazarın, gerekse okuyucu kitlesinin yaklaşımı dolayısıyla toplumsal söylemi yazınsal değerine baskın gelen ve düşünsel olarak uyuşmadığım yapıtlardan ise özel olarak kaçınmıyorum, ancak bunları okumak için aceleci de davranmıyorum.

Topluma, tarihe, dünyaya ilişkin öğrenilecek çok şey, yapılacak çok tartışma var kuşkusuz. Kurgudışı yapıtlar da, yazınsal yapıtları bilimsel düzlemde irdeleyen disiplinler de bunun için var. Yazınsal yapıtlar, okur olarak bizlerin bu kuramsal, somut tartışmalara özgün bakış açılarıyla yaklaşmamızı sağlayabilir, ancak bu noktada yükün büyüğünü kaldıramaz, öncülük yapamaz, yapmamalı da.

Yaşamını okudukları çevresinde kurmaya çalışan biri olarak, sanatın ve yazının; dar ve geçici düşüngüsel tartışmaların üzerinde tutulması gerektiğine inanıyorum. Sanatın, yazının ve kültürün; her okurun, izleyicinin, tüketicinin özgün yaklaşımlarıyla değer kazandığına, düşüngüsel tutumların, toplumsal olay ve olguların, nitelikli yapıtlar içinde bu değeri derinleştirmek için var olması gerektiğine, düşüngüsel tonun sanatsal yaratıcılığın önüne geçmemesi gerektiğine inanıyorum.

Toplumsal yapılar, düşünsel tartışmalar, bunlar üzerinden gerçekleşen ayrışma ve uyuşmazlıklar geçici. Yarın yerlerini başka yapılara, tartışmalara bırakacak.

Elbette bugünün önde gelen yapıtları, yaratıcı akımları, sanatsal ve yazınsal tutumları da sonsuzluğa erişmeyecek, hiç dönüşmeksizin geleceğe aktarılmayacak. Kalıcı bir iz bırakacak güçteki yazınsal yapıtlarsa yalnızca geleceğe erişmekle kalmayacak, taşıdıkları özgün düşünsel değeri de kalıcılaştıracak.

Blog at WordPress.com.