Soluk soluğa okunan bir destan: Devlerin Düşüşü

Can Güçlü

Fall of Giants (Pan Books, 2011 ve Devlerin Düşüşü adıyla Olasılık Yayınları, 2015) kocaman bir kitap.

Ken Follett’ın Yüzyıl Üçlemesi’nin ilk kitabı, bir 20. yüzyıl destanının ilk basamağı. İngiliz, Amerikalı, Alman ve Rus kökenli beş ailenin Birinci Dünya Savaşı’nın kargaşası içinde yaşadıklarını ve kavgalarını öyküleyen bin sayfalık bir roman.

İngiltere’den çıkan en ünlü gerilim yazarlarından biri Ken Follett. 1978’de yayınlanan, 1979’da da En İyi Roman dalında Edgar Ödülü kazanan Eye of the Needle’la (Penguin Books, 2018 ve İğnenin Gözü adıyla Altın Kitaplar, 1983) ünlenmiş, sonrasında gerilim romanını tarihsel kurguyla harmanlayarak pek çok yapıt ortaya koymuş ve son 40 yılın en popüler yazarları arasına girmiş biri.

Follett’ın romanlarının önemli bir bölümü İkinci Dünya Savaşı günlerinde geçen casusluk kitapları. Eye of the Needle örneğin, Normandiya’ya büyük bir Müttefik çıkarması gerçekleşeceğini öğrenen bir Alman ajanının bu bilgiyi Almanya’ya ulaştırarak işgali başarısızlığa uğratma uğraşı üzerine kurulu bir roman, aynı zamanda benim okuduğum ilk -ve Fall of Giants’a dek tek- Follett romanı. Buna ek olarak Soğuk Savaş döneminde geçen ya da modern zamanlara ilişkin casusluk-gerilim romanları da Follett’ın oldukça uzun yapıt listesinde önemli yer tutuyor.

Gelgelelim, önemli ve geniş bir tarihsel dönemi kapsayan, ilk bakışta göz korkutucu ölçekteki ilk Follett romanı Fall of Giants değil. Bu sanı 1987’de yayınlanan The Pillars of the Earth’e (Pan Books, 2008 ve Bir Katedralin Öyküsü adıyla İnkılâp Kitabevi, 1997) vermek gerekiyor. 1135 yılında başlayan bin yüz sayfalık bu roman, bir taş ustasının o zamana değin görülmemiş büyüklükte gotik bir katedral yapmaya karar vermesi çevresinde gelişiyor -ve okuma listemde bulunuyor-.

Yüksek lisans tezini iki dünya savaşı arasındaki döneme ilişkin yazmakta olan bir tarih öğrencisi olarak Yüzyıl Üçlemesi adını taşıyan, her biri en az 850 sayfalık üç kitaptan oluşan bir diziye uzun süre ilgisiz kalamazdım. Gerçi üçlemenin bütün kitaplarını almıştım, ama kitapların boyutu gözümü korkutmuş olacak ki uzun süre elim gitmedi. Kitabı okumaya başlamak benim için öyle büyük bir adımdı ki bunu sosyal medyadan duyurdum.

Oysa gözümün korkmasına hiç gerek yokmuş. Çünkü Fall of Giants olağanüstü rahat okunuyor ve okurdan neredeyse hiçbir şey beklemeden akıp gidiyor. Olağan koşullarda kitap okumanın örneğin televizyon izlemekten daha etkileşimli, daha katılımcı, daha uğraşlı ve yoğurucu bir eylem olduğu ve televizyon izlemenin ezici çoğunlukla daha kolay bulunduğu düşünülürse, Follett’ın yazım tarzı dolayısıyla okura roman okumaktan çok dizi izlemeye yakın bir deneyim yaşattığını öne sürmek olanaklı.

Bunun öncelikli nedeni, Follett’ın yazım tarzı. Kaleminin neredeyse hiçbir işlemesi yok. Oldukça yalın, neredeyse sanatsız bir dil kullanıyor. Okuduğunuz bir tümceyi içselleştirip kavramak için o tümceyi okumaya ayırdığınız süreden fazlasını harcamanız gerekmiyor. Özel ve özgün anlatım tekniklerine, dil oyunlarına neredeyse hiç başvurmuyor, kitabın hemen hemen bütün yazınsal cevherini olay örgüsünden, kurgunun ölçeğindeki uçsuz bucaksızlıktan, bazıları kanlı canlı, bazıları yalnızca birtakım tarihsel özellikleri simgeleyecek biçimde tek boyutlu kalmış karakterlerden çıkarıyor.

Şaşırtıcı biçimde, bunu bir eleştiri olarak ortaya koymuyorum. Kitabın okunabilirliği de, aslında gücü de buradan geliyor. Evet, başka pek çok yapıtta olduğu gibi belirli bir tümceyi ya da bir sayfayı okuyup sırtınıza yaslanmanız, o tümceyi çok lezzetli bir lokmayı damağınızda dolandırdığınız gibi zihninizde dolandırıp bütün lezzetini emmeye çalışmanız gerekmiyor, bu anlamda yazının yarattığı en güçlü doyum türlerinden birinden yoksun kalmış oluyorsunuz belki de. Buna karşın Follett’ın olay örgüsü öyle çok şeyle dolup taşıyor ki çok güzel yazılmış küçük bir kesitten alamadığınız bu doyumun yerini örneğin dolu dolu geçen ve pek çok kurgu ipliğinin birbirine dolandığı bir büyük bölümden aldığınız doyum dolduruyor. Zaten, işlemesiz diye nitelediğim dil de hiçbir biçimde az pişmiş, okurda boşluk yaratan, tamamlanmış bir romanın anlatımından çok bir tür ilk taslağı ya da özeti andıran bir dil değil -çünkü böyle ilkel bir dille yazılmış romanlar da okudum, Follett’ı bundan ayırmak zorundayım-.

Kitap 1911 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden üç yıl önce başlıyor. Olasılık Yayınları’ndan çıkan çevirisini yapan Zeynep Ünalan’ın affına sığınarak -çünkü bu baskıyı incelemek olanağım olmadı ne yazık ki- kitabın ilk iki tümcesini çevirmeye çalışayım:

“Kral 6. George’un Londra’da, Westminster Abbey’de taç taktığı gün, Billy Williams Güney Galler’deki Aberowen’de bulunan maden çukuruna indi. 1911 yılı haziranının 22. günü, Billy’nin 13. yaş günüydü.”

Tek tümcede balta vurulmuş bir ahşap masanın çatırdaması gibi gözümüzün önünde çakan bu sınıfsal zıtlık, aslında kitabın ruhunu ortaya koymakta da oldukça başarılı. Billy ve ablası Ethel, Güney Galler’de yoksul bir kasabada yaşayan işçi çocukları. Kitap yalnızca onların öyküsünü anlatmıyor, Ethel’ın hizmetçi olarak görev yaptığı malikanede yaşayan Dük Fitzherbert ile kardeşi Maud’un, Alman askeri aristokrasisinin önde gelenlerinden Walter von Ulrich ile babası Otto von Ulrich’in, Amerikalı senatör çocuğu Gus Dewar’ın, devrim öncesi Rusyasının çarpıcı yoksulluğuyla savaşmaya çalışan ve kendini kurtarmak için Amerika’ya göç etmeyi düşleyen Grigori ve belalı kardeşi Lev Peshkov’un öykülerini de anlatıyor.

Böylece kitap boyunca göz alıcı varsıllıkla yıkıcı yoksulluğu bazen aynı satırlarda okuyabiliyoruz. 1911 yılından 1924 yılına dek Avrupa’nın en kanlı çatışmalarını, en baş döndürücü çalkantılarını hem varsıl ve yönetici sınıfın gözünden, hem de bu kişilerin verdiği kararlar altında canını ortaya koymak zorunda kalan işçi sınıfının gözünden izliyoruz. Kitabın yazınsal gücünün önemli bölümünü oluşturan bu karşıtlık yalnız sınıfsal değil: Somme Savaşı’nı hem İngilizlerin, hem Almanların gözünden izliyoruz örneğin. Aynı şey Almanya ile Rusya arasındaki savaş için geçerli: Bazen aynı olayları karşıt bakışlardan okumak olanağımız oluyor.

Fall of Giants, aslında bir savaş kitabı -zaten, düşüşü anlatılan devler de, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte yıkılan büyük Avrupa imparatorlukları-. Buna karşın benim beklediğim türde bir savaş kitabı değil, aslında iyi yazılmış savaş sahneleri kitabın önemli noktalarına serpiştirilmişse öykünün pek çok çözülme noktası savaş sahnelerine bağlanmamış. Öykülerin çatışma ve şiddetle çözülmesinden genel olarak keyif aldığım için belki de böyle olsaydı savaştan daha çok keyif alabilirdim sanıyorum. Buna karşın kitap boyunca savaşın şiddetini duyumsuyor ve görüyoruz, gördüğümüz bölümler de bir savaş romanı için iyi yazılmış sayılması gereken bölümler. Bir not olarak kitapta beklediğimden çok daha fazla seksle karşılaştığımı ve hem romantik ilişkilerin hem de seksin kitabın öyküsünde önemli dönüm noktalarını sırtlandığını da belirteyim.

Elbette kitabı bir Birinci Dünya Savaşı kitabı olarak okumak, pek çok eksikliğin gözümüze çarpmasına neden olacak. Öncelikle, Türkiye kitapta hiç yok. Toplamda üç, belki dört kez dolaylı olarak adı geçiyor. Çanakkale’den tek bir yerde, öngörülebileceği üzere Winston Churchill’e yönelik bir eleştiri içinde söz ediliyor. Zaten Çanakkale’de savaşın en sarsıntılı günleri de kitaba alınmamış, bu süreç zaman atlamalarıyla geçilmiş; bir bölüm Şubat 1915’te bitiyor, sonraki bölümde Eylül 1915’e uğruyoruz, sonraki bölüm Haziran 1916’da başlıyor.

Follett’ın ilgisizliğinden çeken tek ulus Türkler değil, Birinci Dünya Savaşı’nın Avrupa dışında yaşanan çatışmaları kitapta neredeyse hiç yok. Arap ayaklanmaları yok, Mısır yok, Kafkaslarda çatışmalar belki tek yerde söz konusu oluyor, Afrika yok, Pasifik neredeyse hiç yok. Bunun eksikliğini yer yer çeksem de özü bakımından kitabın beş ailenin öyküsü çevresinde geliştiği ve bu beş ailenin saydığım çatışma alanlarıyla ilgisinin olmayabileceği düşünülürse Follett’ın ilgisizliği bağışlanabilir.

Bunlara karşın beni şaşırtan, Sovyet Devrimi’nin kitapta taşıdığı ağırlık oldu. Mart Devrimi, kitabın en ilgi uyandırıcı bölümlerinden biri olarak yazılmış, beklemediğim biçimde Beyaz Ordu-Kızıl Ordu çatışması da kitabın pek çok karakterini içine alacak biçimde önemli bir yere konmuş. Anladığıma göre sosyalist olmayan bir yazar olarak Follett elbette Sovyet Devrimi’nin çarlık döneminden daha az vahşi olmadığını vurgulamaya da özen gösteriyor.

1000 sayfalık bu kocaman öykü, 1924 yılında, karakterlerin tümünün 13 yıl boyunca geçirdiği büyük dönüşümlerin önemli ölçüde belirli sonuçlara bağlandığı bir noktada sonlanıyor. Pek çok noktada da meşaleyi üçlemenin ikinci kitabına bırakıyor. Herhalde son sayfalarda ortaya çıkan bir addan söz etsem kitabın sonunu söylemiş sayılmam: Adolf Hitler.

Follett hiçbir noktada tarihsel anlatısını kendi öyküsünün önüne geçirmiyor. Biz her zaman önemli olanın bu beş ailenin bireyleri olduğunun, tarihsel olayların aslında onların dramları için bir zemin olduğunun ayırdındayız. Böyleyken kitabın her ne denli bir üçlemenin ilk kitabı da olsa yarım kalmadığını, ikinci kitaba bıraktığı şeylere karşın tamamlandığını söyleyebilirim. Yine de finalin biraz ani olduğunu ve kitabın bir anda bitiverdiğini vurgulamak durumundayım, 1000 sayfalık bir emeğin ardından okur da biraz daha doyurucu bir final hak ediyor çünkü.

Okumalı mısınız?

Eğer tarihsel romanlardan keyif alıyorsanız ve Birinci Dünya Savaşı dönemi ilginizi çekiyorsa okumaktan keyif alacaksınız, çünkü kitap her noktada eğlenceli, çok rahat okunuyor ve tarihsel dokuyu özgün bir roman kurgusunun çevresinde büyük ölçüde başarıyla geliştiriyor. Ek olarak fantastik yazının devasa ölçekli, kavgalarla, komplolarla ve romantizmle bezeli öykülerini seviyorsanız ama örneğin ejderhaları, büyü sistemlerini ve düşsel krallıkları da vazgeçilmez bulmuyorsanız Fall of Giants’tan keyif alabilirsiniz. Follett’ın okuru neredeyse hiç zahmete sokmayan ama ucuz görünmemeyi de başaran dil ve tarzı sayesinde, saydıklarımdan herhangi biriyle ilgilenen biri için Fall of Giants okuması en kolay yapıtlardan biri olacak.

Blog at WordPress.com.